31 Ocak 2006

A Acayip Uzaylılar

@ Anonymous

Yaz mevsiminden kalan bir postaya yorum bırakmışsınız.

Yorumunuzla beraber değindiğiniz konu üzerine şunları söyleyebirilim.

Ben bu postada insana tebelleş edilen nefs üzerinde durmuş olduğumu hatırlıyorum.

Bu kavramı izah ederken; bardak olsaydık kırılırdık benzetmesiyle, ki bardak bardaklığını bilir ve kırılır, açıklamaya çalıştım.

Biz insanlarda nefs denilen zevk ve şehvet meraklısı bir dürtü vardır. İşte bu dürtü Sebep - Sonuç ilişkisi nazariyle biz insanları yanlış hal ve hareketlere sevketmekte.

Eğer nefs olmasaydı, biz insanlar da günahı arzulamazdık gün boyu.

Sebep - Sonuç bağlantısını benim zihnimde olduğu gibi kurarsanız yapılan kıyasın saçma olmadığını görürsünüz.

Ateist anlayışa bizleri sürükleyen karmaşa da burada başlıyor.

Tanrı yarattığı masum insanlara, onları günaha davet edecek dürtüleri neden veriyor?!

Bir imtahan dünyasında yaşıyoruz savunması çok, hem de çok komik.

Çünkü, Tanrı kendi yaratıyor doğruyu ve yanlışı ve kendi kendisini hem Cennet ile ödüllendiriyor hem de Cehennem ile cezalandırıyor.

Madem Tanrı denilen varlık bize akıl vermiş; benim aklım bu hesapları yapıyor. Diğer bir alternatif de Tanrının benim doğruları görmemi arzu etmeyip yaptığım yanlışlar nedeniyle kalbimi mühürlemiş olması!

Birinci durumda ben bir akıl sahibi olarak anlayabildiğim kadarını anlayarak kendim için doğru olanı düşünüyor, Tanrı diye bir varlık yoktur kararını alıyorum.

İkindi durumda ise, Tanrı denilen varlık keyfi olarak sanki onun iradesi dışında işlemiş olduğum suçlar yüzünden beni cezalandırıyor.

Biz onunla ezelden beri düşman mıydık yoksa; Tanrı ile aramızda bir husumet mi vardı öteden beri?!

Eğer beni var eden Tanrı ise; güzelliğimle çirkinliğimle beni bir bütün olarak yaratan kendisidir ve ben ben olduğum için beni asla yargılayamaz.

Her insan şüphe yok ki, cennet denilen güzel diyarda sonsuza dek yaşamayı ister.

Eğer biz insanlar böyle düşünüyor ve aklımızın yetmediği noktalarda yanlışlar yaparak bu güzellikten mahrum kalıyorsak bu ayıp Tanrınındır!

Hiç bir insan, cehennem zebanileri bana azap etsin diye hayal kurmaz.

Bu şekilde bir düşüncesi olan ve iradesi ile Tanrıdan böyle bir sondan esirgenmek dileyen bir kimseyi; Tanrı, zayıf karakterinden dolayı ibadetlerini yerine getirememiş olduğu suçlamasıyla cehennem ateşlerine atarsa ayıp Tanrının ayıbıdır!

Gelinen nokta şurası ki gerçekten bir Tanrı vardır ve bütün insanlar onun sevgisi merhametiyle şu ya da bu sebeple Cennete gideceklerdir.

Ya da bir Tanrı yoktur ve hepimiz sınırlarını algılayamadığımız kainatın derinliklerinde, enerji formlarından müteşekkil a acayip uzaylılarız...

Kazım Mızrak

Bu yazı, http://mizrak.web.tr/2005/08/yaratl-ebu-leheb-tasavvuf-enel-hakk.html sayfasına bırakılan bir yorumdur.

Gerçeğin Peşinde

Merhaba,

Allah'ın varlığına inanan bir kimse olarak elbette Ateist Zihniyetin karşısındayım.

Ancak, inançlarını sonuna kadar sorgulayan bir yapım var, din konusu da benim için böyledir.

İslamiyetin kitabı olan Kuran-ı Kerim Müslümanlık için vazgeçilmez bir kaynaktır. Bu kitabı henüz tam olarak okumuş ve anlamış değilim.

Bundaki sebep inancımın zayıf olması elbette. Kitabı yer yer okuduğum zamanlar oldu, düşünüp de aklıma yatmayan ayrıntılara takıla kalıyorum.

Kitapda Allah yer yer esirgeyen ve bağışlayan bir kimlik ile anlatılmakta.

Lakin aynı varlık yarattığı zavallı mahluklarına meydan okuyup cehennem ateşlerinde yakma tehditlerinde de bulunmakta.

Okuyanları sürekli olarak bir korkutma hali var.

Böyle bir Tanrı fikri midemi bulandırmaktan öteye geçmiyor.

Ben kesinlikle Ateist değilim, tam olarak Teist olduğumu da sanmıyorum.

İşte bu bilinçle doğruyu arıyorum...

Gerçeğin Peşinde,
Kâzım Mızrak

Bu yazı, http://iddialiateist.blogspot.com/ sitesinde http://iddialiateist.blogspot.com/2006/01/neden-iddial-ateist.html sayfasına bıraktığım bir yorumdur.
Rabbim, sen azap etmek niyeti ile mahlukatı ateşlerde yakacak değilsin. Senin gazabın adaletindendir...

30 Ocak 2006

Dünyanın en başarılısı değilim ama en kötü kalpli olanı benim! Bundan şüphe duyanlarınız olabilir, dalga geçiyor bu diyenleriniz de!

Bakın, kötü bir insan olduğumu söyleyerek ne denli dürüst davranıyorum size, işte o denli kötüyüm; beni iyi kapli bir insan olarak düşünmenizi sağlayabilecek kadar...
Miraç'ı, Dursun Ali'den Dinlemeli...

29 Ocak 2006

ÖSS Sınavı Başvuruları Başlıyor

01.02.2006 Çarşamba günü başvuruları başlayacak olan ÖSS sınavı 18.06.2006 Pazar günü yapılacak.

İlgililer 10.03.2006 Cuma gününe kadar başvuruda bulunabilirler.

Haberin Kaynağı: http://www.osym.gov.tr/
Konuşmak Marifet Değil, Düşünmek Olmasa!

28 Ocak 2006

Bir Su Damlası Misali

Musluk bozulmuş, su damla damla akıyor lavaboya. Her damla, hemen hemen aynı zaman diliminde dolup kopuyor musluktan, düşüyor mermer fayansa. Bu işten öğrenecek ne var acaba diye düşünmeden edemiyor insan.

Bir su damlası misali acılarımız, gelip bizi sarıp sarmalamadan bırakmıyorlar...

27 Ocak 2006

Kâzım Mızrak, Vize Sınavlarına Çalışıyorken...

Resim: Kâzım Mızrak 11.2005

26 Ocak 2006

Olmak İstediğimiz Kadarız, Yaşamak Bahane...

Sokak çocukları Kardan Adam yapıyorlar, orada görüyorum mutlu yüzümü, aralarında ben de varım?!

Akıl Oyunları,
Kâzım Mızrak

Israr Etmek Beyhude, Eşşek Bülbül Gibi Ötmez!

Benim yerime düşünüp; sanki beni benden iyi tanıyormuşcasına; istemediğim bir davranışı beni mutlu ediceğine inanarak; bana ısrarla yaptırmaya çalışan insanlar ile karşılaştığımda yerin dibine giresim geliyor.

Sende akıl yok; sen düşünemezsin; ben senin yerine karar vereyim yaklaşımıdır bu yapılan. Nerde kaldı düşünceye saygı, kişilik hakları, evrensel özgürlük falan filan?..

Bırakın da insanlar yaşamanın tadına varsınlar, ısrar etmeyin hiç kimseye; hele bana hiç ısrar etmeyin! Doğruyu yanlışı söylemeniz yetmez mi? Karşınızdaki insanı ille de bir kukla gibi görmeniz yanlış olmuyor mu?

Yapmayın lütfen, aklınızı kullanın; ısrar ile değer kazanamıyacağınız gibi sevdiğiniz insanı da mutlu edemezsiniz...

25 Ocak 2006

Deli Olduğuna İnanmaları, Gerçeği Değiştirmez!

Korku duymayan bir kimse, asla öfkelenmez.

Eğer kimse, birşeylerin yoksunluğundan endişe duyuyorsa sinirlenir.

O kişiyi arzu ve isteklerinden mahrum bırakıyor olan objeye doğru nefretini öfke ile yansıtır.

Dünyaya bağlı olan insanlar hep birşeylerin arayışı ve özlemi içersindedirler.

Öfke o kimseler için yaşam savaşında bir tür katalizör işlevi görür.

Ahiret hayatına inanıp bu uğurda nefes alan kimseler için, dünyada yaşamak bir emel değildir.

O kimseler dünyevi lezzetlerden yoksun olmaları karşısında asla üzülmezler ve de öfkelenmezler!

Geri Zekalı, Aptal!
Kâzım Mızrak


Dip Not: Bu yazı, http://mizrak.web.tr/2006/01/fke-aresiz-korkunun-ta-kendisidir.html sayfasına bırakmış olduğum bir yorumdu. Beğendiğim için anasayfaya taşımaya karar verdim.

24 Ocak 2006

Hayata Karşı Sorumluluk, Özgür Olmayı Gerektirir!

Bugün biraz daha güçlü hissediyorum kendimi, her geçen gün yüzümdeki gülümseyiş belirginleşiyor.

Geçmişte olduğu gibi canımı yakmıyor acı, gelip rüyalarıma çöreklendiğinde ona tebessüm ediyorum; bana sinir olup geldiği gibi gidiyor...

Senin veya onların hakkımdaki düşünceleri umrumda değil, bana bu hayatı veren ne sensin ne de bir başka insanoğlu!

İşte bu bilinç, beni kendi ayaklarım üzerinde durmaya çağırıyor.

Öze Yolculuk,
Kâzım Mızrak

23 Ocak 2006

Öfke, Çaresiz Korkunun Ta Kendisidir!

İnsanlar görüyorum, nefret ve öfkeyle dünyaya hıçım saçıyorlar. Galiba, ben de onlardan birisiyim. Keşke, korkusuz olup hiç öfkelenmesem...

19 Ocak 2006

Okumak, Aşk, Benzeşim...

Okumak tehlikelidir, hem de çook. Blogları geziyorken, hayran kaldığım yazılar ile karşılaşıyorum zaman zaman ve keşke diyorum buraya gelmeseydim. Bu kadar kolay etkilenebiliyorum demek ki, beğenip etkilenmeden takdir edebileceğim nice yazılar okumak dileği ile...

Aşk konusuna gelince, o da tıpkı okumak gibi; sevdiğimiz insana benzemeden edemiyoruz. Sevince insan değişiyor, sevdiği kişiye benzemek istiyor. Yeniden sevdiğimde değişmeme gayreti içersinde olacağım ve hatta o güne kadar ben, aşık olunca nasıl değişmeden kendi olunuru öğreneceğim...

16 Ocak 2006

Güzde Kabuk Tutan Ağacı, Yeniden Yeşerten Kimdi?

Resim: Güzde Kabuk Tutan Ağacı, Yeniden Yeşerten Kimdi?Öyle güzel bir sabaha gözlerimi açmışım ki; semanın bütün güzellikleri yeryüzüne inmiş sanki. Güneşin yürek ısıtan ışıkları uzak dağların yamacından bir martı gibi süzülerek dünyaya yaşamı ve mutluluğu getiyor. Geceyi ayaz çalmış, otların üzerine kırağı düşmüş; şimdi güneş onlara da hayat verecek...

15 Ocak 2006

Bana Gelen Övgüler, Özenle İade Olunur...

Birşeyler yazıyorum, anlatmaya çalışıyorum; lakin hepsi havada kalıyor gibi bir izlenim uyandı bende. Bu problemi yaşayan benim tabi, sizi pek etkilemiyor.Ancak içsel barışıklılığımı yakalamak için burada yazmam gerektiğine inandım. Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az!

Anlattığım konular insanın doğada yalnız kalmışlığından bahseder: Çekdiği sıkıntılardan; insanın özünde varolan nefsi hata ve yanlışlardan müzdarip, edindiği ruhi hastalıklardan.

Bütün bunlar kişisel dünyamızda jereyan ediyorken bizler zaman içersinde tekamül dediğimiz manevi olgunluk safhalarını yaşarız ve atlayabildiğimiz kadar basamak atlarız. İnsanın olgunlaşması anlamına gelen tekamül; yaşamımızda edindiğimiz deneyimlerin bir nevi birikimidir. Bu birikim de nefsimize karşı verdiğimiz mücadeler ile olur.

Acı acı üstüne biniyorken, o güzel günlerimizde bizimle beraber olan efendiler yanımızda olmazlar ne garipdirki!

Bu sözü yakın dostlarım ve dahi ailemi ayırmaksızın herkes kendi üzerine söylenmiş gibi anlayabilir. Bana kimse sen dost görmemişsin deme gafletinde bulunmasın; çünkü cevabını alır. Evet çok iyi bildiğim ve hiç kimsenin, zavallı ben dahil vazgeçemediği bir dost vardır dünyada; adı meşhur Para...

Resim: Bana Gelen Övgüler, Özenle İade Olunur...İnsanın içindeki ehlileştirilememiş nefis, menfaati uğruna insanı halden hale sokar. Yaptırmadığı rezillik, dalkavukluk bırakmaz. Anlayacağınız günümüz dostluk hikayeleri nefsin menfaatleri çerçevesinde kurulmuş uyduruk sevgilerdir. Ne zaman ki size dostunuz fazlasıyla yük olur; siz uğruna ölümü göze alabileceğiniz insanda hemen bir yanlış bulursunuz. Ve sen şusun busun diyerek kendinize kaçış yolları aramaya başlarsınız! Nerede kaldı sizin dostane sevginiz sorarım.

Sağolsunki nefsiniz 24 saat iş başındadır, anlıyor musunuz beni...

Hal böyleyken nefsi eğitmek lazım gelir. Lakin günümüz insanı boş işlerle uğraşmaya pek meraklıdır. İslam öğretisi nefsi ehlileştirme üzerinine kurulmuşsa da, bizlerin böyle bir öğretiden haberi yoktur:

İşte böyle bir dünyada yaşıyoruz arkadaşlar. Bütün bu problemin kökeninde İlahi iradenin insana tebelleş ettiği Nefis vardır. Kimseye din dersi vermek gibi niyetim yok. Bu inanca sahip olmayanlara da tek kelam sözüm olamaz: Hem biz neyizki bunu öğretelim; onlar biliyorlar ya, bize söz düşmez.

Sevgi ve Saygılarımla...

Nasıl Anlatsam, Nereden Başlasam...

Resim: Nasıl Anlatsam, Nereden Başlasam...Karşılık bekleyerek sevmekle başlamıştı yanlışa. Karşılıksız sevmesini daha öğrenememişdi anlaşılan. Sevgiyi anlayamama cezasının bu kadar acı olabileceğini tahmin edemezdi, öyle bir ıstırabı hayal edebilmesi mümkün olamazdı da. Yeni yetme bir çocuğun sevgisiyle aşık olmuşdu çünkü. Karşılık görmeyince ağlayıp sızladı; bağırıp çağırdı, aşkına sahip olamamak çok acı veriyordu! Ya onunla olacakdı ya da ondan kaçarak; bu acıdan, karşılık görememenin karın ağrıtan sancısından kurtulacakdı.

Dedim ya yanlışı en başta karşılık bekleyerek yapmışdı, sevgi denilen şey verdikçe alınan şeydir diye öğrenmişdi çocuk yaşlarında, oysa bu hayatta farklıymış; kaçan kovalanmaktaydı?

Kovalananın zeki, kovalayanın ahmak olduğunu zor günler geçirdikten sonra öğrendi tabi. Elinde kalan yerine bir damla merhamet göremediği gözyaşları oldu. Damla damla yanaklarımdan süzüldü gözlerinin yaşları. Buğulu bakışlarla aşkı satın alamayacağını bilmiyordu, ama daha dün çocukken her ağladığında annesi en anlamsız isteklerini bile yerine getirirdi. Aşk annesi kadar şefkatli olamadı ona, dedim ya mutluluktan ziyade acıyı tattı bu kavgada.

Ben seninim sen de benim masalları bir günden sonra anlamını kaybederek yerini nefret ediyorum senden gibi haykırışlara bırakıyordu. Hep mutlu olunacağını düşünmesi çocukluk yıllarında, anılarındaki sokak oyunlarından kalan bir alışkanlıkdı; hayatın çileli olduğuna alışması güç oldu. Büyük bir sevdayı toprağa gömmesine mani olacak kadar, alışamamıştı aşkın karşılık beklemeksizin sevmek demek olduğuna?

Hoş, kaçmak acı çekmek kadar zor değildi. İçindeki yaramaz çocuk karşısında bir engel, sorun gördüğünde kaçıp sıvışmasını fısıldıyordu kulaklarına. O ufaklık sıkıntılarla dertlerle mücadele edecek kadar güçlü değildi çünkü. Hassas ruhu duygularını kontrol edemeyecek kadar zayıf ve narindi. İnsanların inceliklerini göremeyecek kadar hayalciydi bu ruh, öyle ki anlamak değil anlaşılamamak bir sorundu.

Resim: Nasıl Anlatsam, Nereden Başlasam...Düşlerde arıyordu mutluluğu, sevgisini; bu hayallerini insanlarla paylaşabilmeyi istiyordu. İsteğine ulaşamayınca incinen çocuk ruhuyla mızmızlanarak isyan ediyordu, en kolayı da buydu galiba mızmızlanarak oyunu bozmak. Yalancı sevgililer istemiyordu hayatında, aşk varsa yalansız oyunsuz yaşanmalıydı. Hesapsızca tutkuyla sevilmeliydi o; karşılık görmeliydi. Sevdikçe sevilmeliydi; yağmur gibi yağdıkça aşk şimşekler gibi çakmalıydı bu yağmur bulutlarının üzerine, bir kasırga gibi sarmaş dolaş olmalıydı yer ve gök...

Sonsuzluk Karşısında Hiç Olmak.

Yaşam denilen varoluş bir başlangıca ve sona sahipdir. Bu iki çizgi arasında geçen süre sonsuzluk içerinde bir hiçdir, yani biz zavallı insanlar birer hiçiz aslında. Ama egomuz bizi yukarılara çıkarıyo ve kendimizi eşi benzeri olmayan bişey sanıyoruz. Bi türlü anlamıyoruzki sınırsız evrende bir nokta bile değiliz!

Resim: Sonsuzluk Karşısında Hiç Olmak.İnsanlar kalbimizi kıracak bi davranışda bulununca, biz de hassas yapımızla üzülüyor kırılıyoruz. Kimi zaman çok ağır bi yara almışsak uzun zaman kendimize dahi gelemiyoruz. Garip değil mi? Biz öldükden sonra kaç kişi bizi hatırlayıp, arkamızdan ağlayacak?! Herkes kendi düdüğünü öttürüp, davulunu çalmaya devam edecek.

Bilim olmasaydı hala böyle ahmaklıkları yapmaya devam edecekdik dostlar. Ne gerek var ağlamaya zırlamaya; paran olmayabilir, matematikden kalabilirsin, kız arkadaşından ayrılmış olabilirsin hatta seni hiç sevmemiş bile olabilir. Ve en sonunda diyoruz ki sonsuzluk karşısında bunlar ancak komik şeylerdir.

Şu söz B. Yücel'in dilinden düşmezdi ve kimi zaman bıyık altından gülerek söylerdi: "Hayat duygusal olan insanlar için trajedi, düşünen insanlar için ise bir komedidir". Öyleymiş dostum...

Sihirli Değnek Var mıdır?

Resim: Sihirli Değnek Var mıdır?Mutluluğun matematiksel bir formülü olmalı diye düşünüyordum. Ne de olsa doğanın varlığı ile ilgili olarak; sayısal işlemlerle tanımlanabilecek kadar somut olduğu düşünülmekteydi, bilim adamlarınca. Atomları bir arada tutan çekim gücünün bile denklemsel bir eşiti yok muydu? Ve her atomda bağ gücü farklılık arz ediyordu; aynen biz insanların kiminin çok mutlu, kiminin az mutlu, kiminin ise hayattan kopmayacak kadar mutlumsu olması gibi?

Bir sihirli değneğin üzerime dokunarak beni kahkahalarla neye güldüğümü ve neden mutlu olduğumu bilmeden mutlu etmesi fikri hem çok masalsı hem de çok anlamsız geldi. Böyle mucizeler, bir prensesin çirkin kurbağaya inanarak ona dudaklarını uzatmasıyla karşısında yakışıklı prensi bulması şeklinde çocuk hikayelerinde oluyordu.

Bu düşüncenin bilincine uyanınca sihirli mutluluğu aramaktan vazgeçtim. Onu zihnimde ölçü ve hesaplarla kendim bulmalıydım. Daha sabit, elde tutulur herkesin işine yarayan bir formül fikri bana çok heyecan veriyordu uzun zamandan beri.

Ancak onu arama gayretine acılardan oluşmuş ölü düşler gölünde; umutsuzlukdan boğulmak üzereyken koyuldum. Sevgi yerine nefretle yüzleşmem; mutluluk arayışımdaki sorunu çözmek için insanların tükenmiş merhametlerine sığınmamın, çaresizliğim olduğunu anlamamı sağlamıştı.

Sonsuzluk Denilince, Ne Anlıyorsunuz?

Aşağıdaki verdiğim linkde insanın yaradılış serüvenine açıklık getiren bir yazıyı bulabilirsiniz.

http://egitim.nigde.edu.tr/web/dag/articles.php?lng=tr&pg=71

Yaşam asla bir tesadüfle ortaya çıkmamıştır, siz nasıl bir raslantı sonucu doğmadıysanız; ilk hücre de kendi kendine hayat bulmadı.

Maddenin varoluşu nesnel olduğu bağlamda, varoluşun bütününe karşı bir sorumluluk taşır.

Bu sorumluluk bir otomobildeki direksiyonun, tekerleğin ya da motoru birbirine bağlayan civataların otomobilin tüm varoluşuna karşı olan vazifesine benzetilebilir.

Civata görevini yerine getirmezse, motor dağılır ve parçalanır. Tekerler yamuk olursa otomobil doğru istikametde yol alamaz ve bir süre sonra kaza yaparak kendisini yok eder.

Otomobil örneği ile insanlar arasındaki bağlantıya geçelim. Nasıl otomobildeki parça vazifesini yerine getiremediğinde sistem bozulup oto parçalanıyorsa; insan da ilahi sisteme karşı yanlış tutum ve davranışlar içersinde bulunduğunda sistem ile arasında bir uyuşmazlık meydana gelir.

Resim: Sonsuzluk Denilince, Ne Anlıyorsunuz?


Kendisini uçurumun kenarından aşağı bırakan bir insan havaya yükselmez; güm diye yere çarpar.

Siyanür içen birisi ben ölmem diyemez, su 1 atmosfer basınç altında 100 derecede kaynamaya başlar.

Bunlar İlahi düzenin nesnel kanunlarıdır. Soyut anlamdaki kanunları ise kitapları ile insanlara tebliğ edilmişdir. Sosyal yaşam böylece düzenlenmiştir.

Bugün devletlerin onca uğraşlar ile ortaya koydukları bilmem ne anayasası kanunlarını bundan yüzyıllar önce Tanrı kitaplarıyla göndermişdi.

Tanrının kanunları bir yerçekimi kanunu gibi kesin ve şaşmaz olduğu üzere sisteme karşı uyumsuzluk gösteren insanlar; maalesef mutsuzluk içersinde acı çekerek yaşarlar.

Bu halka içersinde ben de varım galiba :)

İşte tam bu noktada şu meşhur sözü söyleyemek istiyorum:

"Oyunun kurallarını öğrenmeyen, kendisini kaybetmeye mahkum eder!"

Karmaşanın Doruğundayız...

Karmaşa Sorun Demek Değildir, Bir Problemdir ve Çözüm İster!

Doğrularıyla ve yanlışlarıyla günlük yaşantımızda bir çok konuda bir karar almamız gerekir. Alacağımız kararlar doğrular yanlışlardan ibarettir, konu iki ihtimalli seçeneğe bakılarak basite alınmamalıdır. Nitekim karşı karşıya kaldığımız durum birden çok doğruyu içerebileceği gibi birden fazla yanlışı da kapsayabilir.

Anlaşılacağı gibi çok komplike bir sorunumuz var!

Bir karar almaya kendi kendimizi zorlayabileceğimiz gibi çevresel faktörlerin denetimi ve kontrolü altında kalarak da bir seçim yapmak zorunda kalabiliriz. Bu nokta da şuna büyük bir uyarıyla dikkatinizi çekiyorum; her iki durumda da yaşamı etkilenen seçimi yapan kişidir! Bu bakımdan sizlere hayat da yalnız olduğumuz gerçeğini tekrar hatırlatmak isterim.

Alınan kararın göreceli olarak doğru olması ve fayda sağlaması bireysel mutluluğa ek olarak çevresel mutluluğu da yanında getirir. Çevrenizdeki insanlar bu karardan memnun bir şekilde sizinle beraber olurlar size destek vererek size karşı olan sevgilerinden bahsederek başarınızı sahiplenirler. Sizi kendi iktidarlarına ortak ederler. Bunu yaparlarken "Olması gereken budur." demeyi ihmal etmezler ve böylelikle kendi zihniyetlerine yarar sağlayacak kılıfı uydurmuş olurlar.

Bundan böyle siz onların vazgeçilmez bir parçası olursunuz, çünkü sosyal sorumluluğunu yerine getiren bir bireysinizdir artık...

Kararınızda bir yanlışlık görüldüğünde sizden kötüsü yoktur! Alınan kararın sorumluluğu tamamen size ait olduğu dikte edilir. Doğan olumsuz sonuçlarla beraber yalnız bırakılırsınız. Ve başarısızlığın tüm günahının sizin üzerinizde kalmış olduğu bir halde buluverirsiniz kendinizi.

Resim: Karmaşanın Doruğundayız...Başa döndüğümüzde bir kararın iki unsurun etkisi altında olduğunu söylemiştik, her iki etmen de bireyin özgür iradesi ya da bağımlı iradesiyle alınmıştır. Her iki durumda da gelişmelerin kararı veren bireyi etkilemesi beklenirken; anlatılan birinci durumda çevrenin başarıyı sahiplenme yolunda olduğu; ikinci durumda ise başarısızlığın bireye yüklenilmesiyle çevresel faktörlerin kendisini doğan olumsuz sonuçlardan izole ettiği görülüyor.

Burada bir karmaşa olduğunu iddaa edersek, çözülmesi gereken bir problemin de hemen önümüzde duruyor olduğunu kabul etmiş oluruz!

14 Ocak 2006

Bu Ne Vaziyet, Ne Kadar da Sakin Görünüyorsun.

Kendisinden geçmiş bir halde sinirli olduğum zamanlarda duyup hiç haz almadığım bir sözdür "Sakin ol." ifadesi. Karşımızdaki kimseye, sanki bir anda bütün dertleri bitecekmiş gibi bu lafı söyleriz. Aksine insan daha da depresifleşiyor. Bence böyle durumlarda ironi kullanılarak "Bu ne vaziyet, ne kadar da sakin görünüyorsun." tarzı bişeyler söylenmeli...

Internet ile İlgili Bir Sorunum Var, Çözemedim.

13 Ocak 2006 Cuma gecesinden (sabahı) beri internet ile ilgili bağlantı sorunları yaşıyorum.

Blogger.Com sitesinin Admin Konsoluna bağlanbiliyorken kendi blog siteme bağlanamıyorum. MSN Mesenger, E-Kolay.Net, Microsoft.Com çalışıyorken; HepsiBurada.Com sitesi ve daha bir çok site çalışmıyor.

Sorunu bir türlü bulamadım, web üzerinden konu ile ilgili forumlara da ulaşamıyorum. Bu arada Google.Com da çalışıyor, ama arama yaptığımda karşıma çıkan linkler bir türlü cevap vermiyor.

Bilgisayarımda bir problem olup olmadığını anlayamadım. C sürücüsüne "Yükselt" niteliğinde yeniden sistem kurdum; yani tam anlamıyla format atmak istemedim, bu halde dahi değişen hiç bişey olmadı.

Anladığım kadarıyla benim PC de bir problem yok, web üzerinde internet bağlantılarında bir sorun yaşanıyor.

Bu düşüncemin bir kehanet olması da muhtemel, zaten beni bunaltan da kesin ve net bir cevaba ulaşamamış olmam.

Konu hakkında bilgisi ve malumatı olup bana ulaşmak isteyen buraya yorum bırakabilir, ancak yaşadığım bağlantı sorunundan dolayı yorumları da okuyamıyorum.

Kazım Mızrak

13 Ocak 2006

Huzur, Mutsuzluk ve Mutluluk...

Hayattan bir beklentisi olmayan insan huzurludur, beklenitisi olup beklentilerine kavuşamayan insan mutsuzdur, beklentilerine kavuşan insan ise mutludur.

Ben, beklentilerine kavuşamayanlar katagorisine giren bir kimseyim, ancak bu halimden de pek hoşnut değilim. Hayattan beklentisi olmayıp huzurlu olan bir kimse olmayı istiyorum ve bu konuda nasıl bir kimse olunması icab ediyorsa onu öğrenmeye çalışıyorum.

Hayata karşı beklentisiz bir insanım dediğimde, anlaşılmayan bir şey söylemişim gibi yüzüme bön bön bakılmasın, olur mu?!

Huzuru Arayış,
Kâzım Mızrak

12 Ocak 2006

Geçmiş Zaman Olur ki...

Resim: Geçmiş Zaman Olur ki...Onu seviyordum, iyi bir insandı; güzeldi, akıllıydı ve en önemli olanı ondan etkileniyordum. Beni ona çeken kendi eksikliklerimdi, bunun farkındaydım; o da biliyordu ki ben zayıfdım, o ise güçlü. Böylesi bir beraberliğe uzun bir süre biçilemezdi. Ondan beni üzmemesini isterdim. Bunu nasıl yapacağını biliyordu, ama benim mutlu olmamı istemiyor gibi bi hâli vardı. Ben gülsem, o bir yolun bulup neşemi haram zıkkım edecek bir şeyler zırvalardı! Sorunumuzun ne olduğunu anlamıyordum, yanlış kimdeydi? Mutlu olmayı istemek ne zamandan beri bir günah sayılıyordu. Eksik olan neydi, sihirli sözcük Seni Seviyorum olabilir miydi; değildi tabi ki, işe yaramıyordu bir türlü. Çektiğim acıları hiçe sayarak yaşıyordum, susuyordum; salak salak gülüyordum. Yeter ki sorunun nerede olduğunu anlayabileydim ve bunun için yıllarımı feda edebilirdim...

İçsel Kavgam
Kâzım Mızrak

Derdime Dost Olasım Geldi...

Resim: Derdime Dost Olasım Geldi...Birilerine dost olma nazarıyle bakarken, bu ilişkilerin hangi ilkeler üzerine kurulu olması gerektiğini düşünüyor muyuz acaba? Seviyor olduğumuz herkes dost mudur bize? Peki sevmediğimiz insanlar dost olamazlar mı? Hep menfaat gördüğümüz insanları arkadaş olarak sahipleniyoruz; diğerleri de potansiyel rakip ya da düşman oluyorlar gözümüzde. Aynı takımın taraftarları dost oluyor da, farklı renkden olanlara kin nefret besleniyor. Normal olan bu ise benim zekâmda eksiklik olsa gerek, böylesi insanları anlayamıyorum bir türlü.

Bu can alıcı noktada, nefsin hangi düşün algoritmasını kullanıyor olduğu ortaya çıkıyor! O bize maddi ya da manevi menfaat sağladığımız insanları dostumuz olarak gösteriyor, dert çile içersinde bizden medet umanları ise; işe yaramaz sümüklü böcekler olarak algılattırıyor! Ve biz o insanları kendimizden dışlıyoruz, toplumdan dışlıyoruz...

Benliğin Hiçlik Denizinde Kaybolması, Öğretisi.

Sistemin akıl ermez mükemmelliğine kafa tutuyoruz zaman zaman, ve Tanrının bir şeyleri yanlış yaptığı teorisi üzerine kurulu olan isyan bayrağını çekiyoruz.

Bir vakit geliyor da, sevdiğimiz insanı bize veren Tanrı yanlış yapmıyor da, onu elimizden aldığında mı bir yanlış yapar diye sormadan edemiyor akıl?!

Bilgelik, yaşamın tüm acılarına sadece tebessüm eder: Asla bir anti tez üretmez, anti tez üretmemesi gerektiğini yaşamışlıkları ile öğrenmiştir.

Yani, öğrenmek bir vazifedir, sorgulamak bir ödevdir ki neticede ne kadar aciz olduğumuzu anlayabilelim.

Zaten bu bilince ulaşmış bir zihin, yoksunluklarına üzüntü duyuyor değildir.

İnanır ki, o bir hiçtir!

Hiçlikte sadece Tanrı vardır, nefis benliği yoktur :o)

(Bu Posta, http://mizrak.web.tr/2006/01/26-yandaki-bir-gencin-hayata-kar-hsn.html sayfasına, Anonymous tarafından yapılan yoruma bir cevap olarak yazılmıştı. Beğendiğim için, alıntı yaparak Anasayfaya almaya karar verdim.)

11 Ocak 2006

Tesadüf Diye Bir Şey Yoktur.

Resim: Tesadüf Diye Bir Şey Yoktur.Derin bir nefes daha çekti sigaranın acı dumanından, öksürdü; biraz yüzünü buruşturdu. Karamsar bir insan olduğunu biliyordu , bu halini seviyor değildi. Bu düşün vurgunları nedendi acaba, anlamaya çalışdığı buydu. Geleceğe karşı sadece yaşayabilme umuduna sahip olması onu üzebilecek bir sebep olamazdı. İçten içe ruhuna ısdırap veren şey, sonu gelmeyen Neden böyle oluyor sorgulamalarıydı. Ben niçin yaratıldım, bir raslantı mıydı varoluşum?..

Komik, diye cevap verdi bu sorulara kaçamaklık yaparak, daha derinlere inemiyordu çünkü; işi salaklığa vurup gülmek onun için bir avuntu halini almıştı.

Bir tesadüfün onun hayatına yön verebilmesi düşüncesine öfkeleniyordu, basitlikleri bir türlü benimseyemiyordu. Bedeninin her hücresi muntazam bir sistemle çalışmaktaydı; hem raslantı dediğimiz bilinmez nasıl böylesi mükemmel bir hayatı meydana getirebilirsindi ki?

Yeniden Başlamak Nasıl Olabilir?

Resim: Yeniden Başlamak Nasıl Olabilir?Küskünüm diyorum, aşkın aldatan yüzüne,
Sevmeyeceksiniz bu dünyada, sevgi, yalan!
Burada parayla sevişenlerin hükmü sürüyor,
Sevgiyse, bir gösterişin dikili heykeli olmuş,
Islak dillerin, mor dudaklara vuruşlarıyla...

Yelkenler Fora

Resim: Yelkenler Fora.Farkında mıyız? İnsanlar ne olduklarından çok, kim olduklarından çok, hep ne yaptıklarıyla hatırlanıyorlar. Kim olursan ol yaptıklarınla yargılanacak; yaptıklarınla hatırlanacaksın. Zengin olduğun; fakir olduğun; yakışıklı olduğun unutulup tarih olacak. Ama yaptıkların seni anlatmaya devam edecek.

Bu bakımdan paraya güzelliğe önem verme ve bunlarla gelen şöhrete aldanıp güvenme, emin ol ki seni yarı yolda bırakacaktır bu ucuz hevesler. Yarın ölüm döşeğinde ben şuydum buydum deme, ben bunu yaptım de!

Anlıyoruz ki, siz ne kadar kötü bir insan olarak hatırlanıyor olursanız olun; yeniden başlamakla yeni bir kimliğe sahip olabilirsiniz. İnsanlar menfi doğaları gereği sizin başarınızı paylaşacaklar ve sizin bile şaşkınlık yaşayacağınız bir şekilde geçmişteki olumsuz kimliğinizi görmezden gelecekler, geçmişteki başarısızlıklarınızı unutulacaklar. Doğanın kanunu böyle sanırım, adı da adalet olsa gerek. Bu döngüyü sistemin çalışan, yararlı olan, bireyini ödüllendirmesi olarak algılayabilirsiniz.

Zor anlarınızda yanınızda olmayan insanlarla başarınızı paylaşmama hakkı elbette size aittir, ancak onlara intikam hırsı beslemek bilgelik yolundaki bir eksiklik olarak değerlendirilecektir. Ya!? Gülümseyin; karşınızdaki kişi farkında olmadan gülümsemeye başlayacaktır, hani gülmek bulaşıcı bir hastalıktı: Hatırladınız mı?!

Nasıl olsa kazandığınız başarılar kısa bir süre sonra unutulacak, yaşanan hazdan geriye anılarda ki silik hayalleri kalacak: Ne olduğu unutulan birisi olmak ya da ne yaptığı ile hatırlanan birisi olmak sizin ellerinizde.

Geleceğinizin eşsiz mimarı olun ve şimdi içinizde yaşayan insanın neler yapmak istediğini dinlemeyi bir kenara bırakın, neler yapabileceğinizi hesaplamayı erteleyin... Ve yelkenler fora!

9 Ocak 2006

26 Yaşındaki Bir Gencin Hayata Karşı Hüsn-ü Zan'ı.

"Talebe" kelimesi sizin kullandığınız mana ile bana da makbul göründü.

Öğrenci kelimesi de öğrenmek fiilinden ileri geliyorsa da; bu mesleği icra eden bir kimse olarak bana (bana da) pek yavan gelmekte.

Bu mana ile insan, kendisini programlanmakta olan bir bilgisayar gibi hissediyor. Bu bakış açıları, elbette kişiye göre değişir. Biz yine de kişisel düşüncelerimizi paylaşalım ve bu sayede yaşıyor olduğumuzu birilerine hissettirelim.

Gönlümüzce içimizden geldiği gibi yazabileceğimiz, bu niye böyleymiş ya da şunun burası olmamış demeyecekleri okur dostları arıyoruz.

Konuya sokaktaki yaşam ile benzeştirirsek; şunu böyle yapma da, böyle yap diyen kimselerden arınmış bir çevre özlemi içersinde oluyoruz.

Geleceğim yer; toplumumuzun iyiyi güzeli kendisi arayan bireyi yetiştirebilecek bir düşünce olgunluğuna erişmesi gerektiğidir.

Aksi halde, sürekli kendisini tekrarlayan nesiller ortaya çıkar. Ayrıca, niye doğru olduğunu bilmediği ama körü körüne bağlı kalarak inandığı fikirleri yaşamaya da mahkum edilmiş olur bu nesiller.

Kişi, sorgulamasını öğrenmeli ya da öğretilmelidir; bu davranış modelini genellikle 3-5 yaşlarındaki çocuklar üzerinde gözlemleriz.

Daha sonraki yıllarda maalesef ailelerin vurdum duymazlığı yüzünden çocuk soru sorma davranışını sönümlüyor; çünkü sorduğu sorulara ya cevap veremiyoruz ya da kendi meşguliyetlerimiz içersinde ilgi göstermiyoruz.

Babannem, bizimle beraber yaşıyor. Can sıkıntısına evde yemek de yapar, bulaşık da yıkar, temizlik de yapar; oysa 70 - 80 yaşlarında iki büklüm bir ihtiyardır kendisi.

Yemek yeme merasimlerinde, bize birer bebekmiş gibi davranarak, ekmeği eliyle ağzımıza tutacak duruma gelinceye kadar sık boğaz eder bizi; aman şundan ye, bundan da al, bak bu çok tatlı...

Babanne derim, yapma, bak beni tembelleştiriyor küstürüyorsun.

Sen böyle yapmaya devam edersen ben hazırcılığa alışırım ve her şeyi senden beklerim; benim yerime ders çalışmanı, benim yerime okula gtmeni, sınavlara girmeni...

Aynı kafa yapısında bir de babam var. O da annesinin oğlu nasıl olsa, ona çekmiş :)

Bunları düşünen birisi olarak, 26 yaşında hala üniversite bitirmeye çalışan bir kimliğe sahibim.

Anlayacağınız gibi, savunduğum fikirler beni başarıya götürecek olsalardı şimdi bu halde olmazdım.

Ben de Rabbim bana ne anlatmak istiyor diye diye kendimi sorgulularım.

Belki ben yanlış yapmıyorumdur, belki yanlışları Allah yapıyordur!?

Bu hususta, yanlışın izafi olarak doğru olabileceğini de hatırlayalım.

Yanlışmış gibi görünen halleri yaşatarak bana nefis muhasebesi yaptıran Allah'a şükürler olsun.

Muhabbetin sonu gelmiş olmakla beraber, ben de sizin bayramınızı tebrik ederim Saliha Hanım, sağolun...

Saygı ve Sevgilerimle,
Kâzım Mızrak

(Bu posta, http://mizrak.web.tr/2006/01/lim-ile-zlim-arasndaki-bir-fark.html sayfasına, Anonymous tarafından yapılan yoruma bir cevap olarak yazılmıştır.)

8 Ocak 2006

Taze Yoğurt (Severim) - Taze Ekmek (Sevmem)

:-) Taze yoğurdun üzerini yemeyi çok severim. Yoğurt, sıcakımsı ve sakızımsı bir kıvamdadır bu safhada. Annem yeni mayalanmış yoğurda kaşık saplanmaz diye bana söylenir durur, mayası bozulup ekşirmiş. Ben de hiç aldırış etmeden, fırsatını bulunca kovanın başına çöreklenirim.

Hele bir de dolaba konulmuş, mayalanmakta olan yoğurdun tadı da bir başka güzel olur; kaşığa bir sıcak bir soğuk taraflı gelir. Süper bi lezzet, tavsiye ederim; tabi daha süt kıvamındaki maya tutmamış yoğurttan bahsetmediğimi anlıyorsunuzdur...

:-( Dumanı üstünde fırından yeni çıkmış taze ekmeği kahvaltıda yemeği hiç sevmem. Sıcak çayla karışınca ağızda erimek yerine hamurlaşıveriyo. Hem hazmı zor, hem de yemesi ayrı bir işkence. Ne peynirin ne de zeytinin tadını alabiliyo insan. Üstelik, bıçakla dilimleyemiyorsunuz da...

Karanlığa Bir Adım,
Kâzım Mızrak

Âlim ile Zâlim Arasındaki Bir Fark

# Final Sınavları zorlu geçeceğe benziyor: Öğrenci rolümü de ihmal etmemeliyim...
# Ders çalış denilmesinden nefret ediyorum. O halde ders çalışayım da birileri bana git ders çalış demesin...
# İyi de onlar sussun diye mi bu ısdıraba katlanacağım?! Yoo, kendi iyiliğim için...
# Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ olurmuş. Yani; çalışırsan alim, çalışmazsan zalim olursun...

7 Ocak 2006

Dogmalara Başkaldırı ve Tanrıyı Arayış.

Resim: Dogmalara Başkaldırı veTanrıyı Arayış.Tarihin düşünen dehaları kendilerinden önce ortaya atılmış fikir ve düşünceleri kabul etmemişlerdir. Bu fikir ve düşünceler günlük tabiriyle "dogma" sözcüğü ile tanımlanır. "Tanrının varlığı inancı" bu kişiler için bir dogma olarak varoldu önceleri; bu yaklaşım zihinlerinde, olmayan birşey varsa aranmalı yaklaşımının canlanmasına sebep oldu. Aranmalı ve olmadığı akıl yoluyla ispatlanmalıydı!

Aramak çile demekti bunu biliyorlardı ve varoluşlarının bir emeği vardı. Ve bu bedel emek harcanarak ödenmeliydi. Varolan inançlar üzerinde düşündüler, gözlem yaptılar; kısmen yaşadılar kısmen inandılar.

Tam oldu derken kalpleri onlara ters giden birşeyler olduğunu fısıldadı sonra yeniden başladılar aramaya!

Tanrının varlığına körü körüne inananlar ise, o yüce değerin varlığını sorgusuz sualsiz zahmetsizce kabullendiler...

Karanfilin Hikayesi...

Resim: Karanfilin Hikayesi...Bedenimizi donduran soğuk geceye karşın, küçük yüreğimizin buğsu sıcaklığında demlenecek düşlerimiz. Bir sen güleceksin bir de ben. Buz kesen dudaklarımız; ıslak düşlerimizle hayat bulacak, sessiz gecenin yalnız kaldırımları kıskanacak aşkımızı. Sevdasız kalanlar anlamsız şarkılar söylüyorsunuz diyerek haset edecekler bize; biz gözlerimizin kana bulanan sahillerinde buluşurken.

Tuzlu terimizle ıslanacak toprak, her dem yeşeren otlarda görecekler düşlerimizi. Boşalan gözyaşlarımız damla damla akacak toprağa, sonra kırmızı bir karanfil olup boyun kaldıracak zalimin zulmuna. Aşk sarhoşu karanfiller buram buram sevda kokacak; bizi bize çok görenler hüzün kokan şarkılarımızı duysunlar diye...

Sevgi, Kalplerde Açan Bir Çiçekdir...

Firari sevdam benim, şimdi neredesin seni arıyorum. Çok zor günler geçirdin bilmekteyim, seni ben de terkettim sanma sakın, seni hiç aldatmadım. Bir kuru ekmeğe düştüğümüzde bile senin yanındaydım, yoksa unuttun mu beni?..

Resim: Sevgi, Kalplerde Açan Bir Çiçekdir...Vurgun aşkım, şimdi nerelerde sabahlamaktasın? Uykusuz gecelerin yine sabahın kızgın ışıklarına varıyor mu, hala nefesinde genzini yakan sigara dumanı var mı? Ben değil ama sen beni bırakıp gittin. Yalnız kaldığım zamanlar yanıbaşımda kalbimin ılık derinlerinde benimle beraber olur, sevgiyi parayla satanlara karşı şevkatli sözlerinle küskünlüğüme şiirler okur, kor bir demir ateşiyle yürek sızımı dağlardın; şimdi sen de gittin...

Kim gözlerimde ağlayacak? Ellerimi tutup saçlarımı okşayan birisi çıkar mı karşıma? Dizine çökebileceğim kimse kalmadı yanımda; ninniler söylerdin, hani aşkın pınarından damla damla mutluluk getirirdin dudaklarıma, hiçbir insanın erişemediği uzak ülkelerin çiçek kokulu baharını ürkek tenimin ayaza vuran tüylerine üfürürdün, vuslatım sanadır sevdam!

Geri dönmez misin avazımla seni bağırsam göklere. İnsanın kararmış kalbine sen de mi küstün? Seni tanımayan taş kalpli insanlara mı sitemin? Seni zorbalıkla dalından koparmak isteyenlere öfkem, hoyrat ellerde çorak çöller gibi susuzluğa mahkum edildin, sen aşağılanmışlığa hakarete ve aldatılmışlığa layık değildin!

Kadir bilmeyen ellerde toprağa düştün sevdam...

Nelerden Korkuyor muşuz?

Resim: Nelerden Korkuyor muşuz?İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor...
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için...
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için...
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için...
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için...
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için...
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermediği için...
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için...

W. Shakespeare

6 Ocak 2006

Bazen, Odunluk Sınırlarını Zorluyoruz.

Bir kadın sevdiği erkeği neden kıskanır?
Çünkü varlığına değer verilmemiş olması onda aşağlanmışlık hissini uyandırır. Onun güzelliğini görmezlikten gelmeniz yapacağınız en büyük yanlıştır diyebilirim ve bu bir kadının dünyasında hakaret olarak algılanır.

Böyle bir gurur incinmesini önlemek isteyenkadın, bilinçaltındaki kıskançlık duygusunu ön plana çıkartır. Kimi zaman kadınlar erkeklere nazaran histerik düzeyde kıskançlık hissiyatı içersinde olurlar. Ve bir çok ilişki böylesi tartışmalarla alevlenip kısa zamanda kül olmuşdur. Kadınlardaki kıskançlık krizlerinin tedavisi yok değildir! Bir erkek olarak kadının ruhuna hitap edebileceğiniz bir kaç güzel söz, onları dünyanın en mutlu insanı haline getirebilir ve olup biten herşeyi unutturabilir.

Resim: Bazen, Odunluk Sınırlarını Zorluyoruz.Bir erkek sevdiği kadını neden kıskanır?
Çünkü erkeğin doğasında olan otoriteyi ve gücü çiyneyerek onun iktidarına karşı gelmiş onu bu küçümsemeyle rencide etmişsinizdir. Erkekler sevdiği kadına karşı bir sahiplenme güdüsüyle yaklaşırşar ve kıskançlık konusunda daha mülayim gibi görünseler de asla affetmezler. Erkeklerin doğasında kadınlar arasındada olduğu gibi rekabet yokdur! Bu bilinç bir erkeği sahip olduğu şeyi paylaşma konusunda; tanınamayacak bi insan haline getirebilir. Giyim kuşamınızdaki bi dekolteden duyduğu rahatsızlığı size söyleyemese bile, bunu onun huzursuz ve agresif kıskançlık triplerinden açıkca anlayabilirsiniz.

Herşeyin sonunda şuna dikkat çekeyim; şöyle bi sorunumuz var dostlar. Bu her iki taraf için de geçerli bir durum. Bazen odunluk sınırlarını zorluyoruz ve karşımızdaki insanın özde çok masumane olan tutum ve davranışlarını işimize geldiği gibi anlayarak sevdiğimiz insana hayatı zehir zıkkım ediyoruz, demi!?

Hayatı Anlamlandırma Çabası.

Resim: Hayatı Anlamlandırma Çabası.Dr. Irvin Yalom'um kitabı Nietzsche Ağladıgında, düşün dünyasındaki karmaşalarla kronik bir vakka haline gelen Nietzsche'nin yaşama bakış açılarını inceler. Henüz kitabı bitirenedim; ancak bugüne kadar okumak için bir kaç kez elime aldım, hep yarım kaldı. Bugün yine bu kitap gündemimde. Nasıl etsem de sonuna kadar okuyup bitirsem diye kara kara düşünüyorum.

Dün akşam üzeri Esaretin Bedeli'ni izledim. Daha önce TVden de izlemiş olduğumu hatırladım bu filmi. O günleri düşündüğümde, filmden bu denli etkilenmiş olduğumu anımsamıyorum. İnsan ancak bir şeyleri yaşayınca anlayabiliyor; birisilerin ne şekilde acı çekdiğini, ya da bir filmin ne anlatmak istediğini.

Daha ne kadar yaşamam gerekecek acaba, hayatı anlayabilmem için. Benim inandığım onun benim tarafımdan anlaşılmayı bekliyor olduğu; o gün benim de bütün acılarım bitecek. Çünkü yaşam anlaşılmış olmanın rahatlığı içersinde beni kendi halime bırakacak.

Hüzün Duyan İnsan

Resim: Hüzün Duyan İnsanGün ışısa bile yüreğim karanlığa gömülü, ışığı göremiyorum. Mutluluğu unutalı çok oluyor, biraz hüzün duyuyorum mutluluğa dair. Kendimi bununla avutuyorum; o da bir nevi mutluluğun parçasıdır diye düşünüyorum: Hüzün biraz mutlu olmak demek...

Melek Şeytana Gülünce

Sakin sessizliği dinlemek nasıl da huzur veriyor, gözlerimiz kapalı; siyah bir düşün kendimizi kandırmasına izin veriyoruz.

Resim: Melek Şeytana GülünceGözümüz kapalı olsa da olmasa da, biz yine de karanlık bir düşün içersinde yalan bir hayatı yaşıyoruz. Doğruların neye göre doğru olduğu konusunda bile düşünmeden kendi menfaatlerimize uygun olan eylemleri ve düşünceleri doğrudur diye değerlendiriyoruz. Ama neye göre doğru? Hangi amacın gerçekleşmesine hizmet ediyor bu doğrular?

İktidarımızı daha da yüceltmek için kendi kendimize yeni yeni kuramlar kurallar icat ediyor; kendi ülkemizin yaşamsal özgürlüğüne saygısızca savaş açıyoruz kazanmak uğruna!

Yoksa yenilmek içten bile değil öyle değil mi? Bahanemiz nasıl da hazır; kaybetmemek için yanı başımızda duran masum insanı onun da bir varolma hakkının olduğunu düşünmeden onu dalından hoyratça kopartmaktayız, yalan mı?

Bize de bir zamanlar aynı yanlışı yapmışlardı; nefret yönlendirilebilirdi, ve biz bu öfkeyi hayattan onu vareden çiçeklerden, ağaçlardan, güneşten ve insanlardan çıkartmaya çalıştık. Çalınan sevgimizin yerine konan korkusuz intikam duygusuyla.

Size de komik gelmiyor mu bu adaletsizlik, bazen öyle bir noktaya geliyoruz ki Tanrıya bile savaş açarak onun kurallarını çiğneyerek bir doyuma; bir iktidar hazzına ulaşmaya çalışıyoruz.

Hadi hadi itiraf edin, bana söylediğiniz yalanları kendinize de söylemeyi bırakın ve benim yaptığım gibi siz de kötü kalpli bir insan olduğunuzu; çözüm yerine hep sorun bulmak için uğraşıp durduğunuzu; elinizdekiyle yetinmek yerine dahasını aradığınızı; o dahanın bile sizi doyurmaya yetmeyeceğini bildiğinizi görmezden geldiğinizi kendinize itiraf edin.

Biran için Tanrının olmadığını düşünüp aynanın karşısına geçin ve kendinize dürüstçe itirafta bulunun içinizdeki o çirkin karanlığı!

5 Ocak 2006

Gülmek İçin O kadar Çok Sebep Var ki!

Resim: Gülmek İçin O kadar Çok Sebep Var ki!Gülümsemek istiyorum; aynaya, kendime bakıp sen çok iyi bir insansın deyip; "Bu kadar acı çekmeyi hak etmiyorsun!" demek istiyorum. Ağlamak istiyorum, "Sen bu değilsin!" deyip; olmak istediğim insan olamadığıma kahretmek. Kimim ben?

İnsanların beni nasıl gördüklerine boyun mu bükeyim? Benim ne olmam gerektiğine onlar mı karar verecekler? Bu mu benim insanlığım? Çok aciz ve zayıf birisiymişim o halde.

Ama bunları kafamda uyduran benim galiba; evet benim! Bu zayıflığı bilinç altımda yaşatan benim; korkularıma, sevgilerime ben hayat veriyorum. Ve onların beni incitmelerine müsaade ediyorum.

Şimdi kim suçlu? Ben mi, yoksa beni üzdüğünü düğüşündüğüm insanlar mı? Yaşamın bana karşı ne kadar acımasız olduğunu düşünüyordum, evet şimdi yanıldığımı daha iyi anlıyorum.

Peki düşüncülerime etkiyen şey neydi; nasıl oldu da değiştim? Değişen ne oldu ki? Ben mi yoksa hayat mı değişti! Öldüm ve yeniden mi doğdum? Bir su perisi elindeki sihirli değnek ile ben uyurken bana dokunmuş olabilir mi? Hayır!

Kendimi seviyorum, insanları seviyorum, yaşamı seviyorum; bu güç bendedir!

Hayat Bir Su Birikintisi ve Biz de Bir Taş

Feridun Düzağaç ve "FD",
Ruhumu müziğin dinlendirici etkisine bırakmışım. Adam iyi söylüyor, hem de düşündürüyor. "Seni seviyorum de!" duymak istediği şeyi söylüyor. Siparişle sevilmek mi yoksa bu, hımm; evet!

Resim: Hayat Bir Su Birikintisi ve Biz de Bir TaşÖyleyse süprizleri nereye saklıyoruz? Ama yine de taleplerimiz olmalı, yaşamak için birşeyler yapmalıyız. Amelie gibi suyun üzerinde taşın zıplamalarını izlemek için, önce o taşı bulmalı sonra yüreğimizdeki sevginin gücüyle o taşı suyun üzerine bırakmalıyız; hayatın üzerindeki dalgalanmaları seyredebilmek çin.

Amelie'nin topladığı taşlar ya ne işe yarıyordu ki?
Arıyordu, ya da yaşamın ona getirdiği güzellikleri gören gözlerle anlamaya çalışıyordu; işte harika bir taş dahaaaaa! Yupi :)

Birey Olabilme Kavgası, Hiç Biter mi?

Mevsimin son yağmurlarıyla ıslanan penceremden derinlere, caddelerin çok ötelerine bakıyorum. Bakışlarım sonsuz uzaklığa doğru süzülüyor, kaybettiği bireyselliğini arıyor olmanın bilinciyle sakin ve kararlı; istediğine ulaşmak için tüm çocuksu çaresizliğinin umutsuzluğuna aldırmaksızın sosyal otorite simgesi topluma isyan edercesine azimle sessiz çığlıklarını atıyor; belki görünesi olmayan uzaklardaki asi gezgin ruhu onu duyar ve geri döner diye düşünürken.

O özgürlük delisi ruhu tüm çıkarcı oyunlarıyla çaresizliğine sebep arayan bu toplum sürgüne göndermemişimiydi, bu sosyal yapıyı böylesi bir canavar haline getiren her bir parçaya nefret ve öfke besliyordu bu dipsiz bakışlar.

Resim: Birey Olabilme Kavgası, Hiç Biter mi?Zincirlere vurulan özgürlük elbette ölmeyi; yokluğu tercih etmekteydi. Çünkü yukarıdakilerin denetimiyle onların mutlulukları uğruna varolmak bir hiç olmakla aynı anlamı taşımaktaydı. Tanrı Evreni yaratırken toplum denilen bu karşı konulmaz gücün bir zaman sonra kendi varlığını gölgeleyebilenciğini düşünmüş olmalı ki bireysel bütünlüğü; kişisel iradeyi savunmuştu kitaplarında, biz insanların sosyal toplum denilen canavarı yaratırken.

Buna göre her birey sosyal toplumun bir parçasıydı. Parçalar bir araya geldikçe gücü Tanrısal yargılamaya kadar varan çok güçlü bir toplum kavramını oluşturmuştu. Yönetilen konumuna biz insanlar düşmüştük; hem de kendi kendimize yarattığımız, Tanrı yerine koyduğumuz sosyal toplum karşısında. Gerçekte varlığı, ölçüleri, şekli şemalı belli olmayan sanal bir tanrıya boyun eymek zorunda kalmak insanın onursuz bir yaşam sürmesiyle mümkün olabilirdi ancak.

Görüyorum ki bu konuda hiç de şikayetçi değiliz. Bir şeyleri değiştirmek yerine; tembellikle, iradesiz olarak hazırdan kabul etme kolaylığı işimize geliyor olsa gerek. Düşünme yetimizi bile kullanmadan birilerinin hakkımızda kararlar almasına sessiz sedasız; hatta bizim iyiliğimizi düşündükleri, menfaatlerimize yağ çaldıkları inancıyla eyvallah çekiyoruz?

Kendi hür irademize zincir vuranlara; sosyal yapının kölesi olmuş insanlara; toplum hegemonyası kurallarını kendi çıkarlarını korumak için uyduranlara eyvallah, mezara kadar eyvallah. Öyle mi?!

4 Ocak 2006

Fâni Sevgilere Aldanılmışlık ve İlahi Sevgiyi Arayış.

Seven kişi, sevdiğinin kendisi hakkındaki düşüncelerine önem verir ve sürekli şunu sorgular; beni seviyor mu?

İnsan olduğumuz aklımıza geliyor ve sevgi arayışı içine giriyoruz. Diğer zamanlarda ise kendimize dair nerede menfi iş varsa onun peşine koşuyoruz. Bu hususda sevgi kavramını sorgulayacak olursak, sevme işi fedakarlık demekdir anlamı çıkıyor. ,

Fedakarlık yapabilme gücüne sahip olmak bir kıstas gibi görünüyor. Nihayetinde, sevmek için fedakar olmamız gerekiyosa, bu gereklilik maddi yada manevi bi güce sahip olmamız gerektiği anlamını da taşır.

Kadın ve erkek ilişkilerinde karşılıklı olarak duygusal bir sevgi mevzu bahisdir. Bu sevgiyi hissetmek manevi bir ihtiyaç mıdır, bu ihdiyaç nereden doğar? Kaynak, biyolojik olarak türün devamını sağlama noktasında insan bedeninde görülen hormonal değişimler olabilir mi? Yoksa psikolojik olarak belirlenmiş hedefi; yani karşı cinsi elde etme noktasında ortaya çıkan bir çeşit şartlanmadan mı doğar sevgi? Haliyle, sevgi oluşmadan karşı cinse bir yönelme de mevzu bahis olamaz.

Şimdi durumu derleyelim: Sevgi dediğimiz duygusal yönelim, doğanın insan türünün devam edebilmesi için, insana vermiş olduğu bir biyo-fiziksel niteliğe sahip olan güdülenme sürecidir. Bu güdülenme bireyin kendi yaşama alışkanlıklarına benzerlik gösteren karşı cinse yönelmesi şeklinde ortaya çıkar. Demek ki böylece sevginin oluşmasına dair, kökeninin biyo-fiziksel olduğunu anlamış oluyoruz.

Bu bağlamda oluşan sevginin duygusal bir boyut kazanamsını, vücutdaki hormonal dengenin değişmesinin beyindeki düşünsel aktiviteleri etkilemesi şeklinde ortaya çıkmasıyla meydana geldiğini söyleyebiliriz.

İşte şimdi insanların "Seni Seviyorum." demesine sebep olan döngüyü yakalamış bulunuyoruz.

Peki Birey neden "Beni seviyor mu?" sorusunu sorgular: Çünkü bahsetmiş olduğum benzer yaşam özelliklerine yönelme güdülenmesi çerçevesinde; bireyin karşı cinsden, bir diğer anlamda aşık olduğu kimseden, alacağı sevgi; bireyin sevdiği insanın yaşam tarzına ayak uydurabilmesi ya da benzemesi oranında olacakdır.

Bu bakımdan iç güdüsel olarak "Beni seviyor mu?" sorgulaması kişinin bilinç altında kendine yer bulur. Bu mekanizma her iki bireyin yaşam tarzlarının ortak noktalarını artdırır ve sonuç olarak ilişkilerin devamlılığını sağlar. Benzer yaşam tarzı, ilişkinin mekanik anlamdaki sorunların ortaya çıkmasını da engeller.

Bu mekanizmanın tersinde gelişme gösteren ben-merkezci anlayışda ise, her iki birey ya da yalnizca birisi kendi değerlerini ödün vermeden yaşamaya çalışıyor ve karşısındaki insanın değer yargılarını tanımayarak muhalefet eğilimi gösteriyorsa; bu durum görünür haldeki mekanik problemlere yol açacaktır. Bu sebeple bir süre sonra ilişki diye bişey kalmayacakdır ortada.

Dikkat çekmek istediğim husus, ikinci örnekdeki ilişkinin başlangıcında çiftler arasındaki düşünsel etkileşimin, bireyde ya da bireylerde biyolojik olarak etkili düzeyde bir "Beni seviyor mu?" güdülenmesinin oluşmasını sağlayamamış olduklarının anlaşılmasıdır.

Bu anlatdıklarım, aynı zamanda, insanda ya da insanlarda Tanrı inancı ve sevgisinin oluşmasında çalışıyor olan mekanizmanın da kendisidir.

Eğer Tanrı ile birey arasında ideal oranda "Beni seviyor mu?" güdülenmesi şeklinde bir sevgi bağı kurulamamış ise; zamanla, bireyin duygu ve düşün boyutunda, Tanrıya yabancılaşma görülür. Bu durum bireyi inaçsızlığa götürür.

Bu inançsızlık, bireyin doğasında varolan sevme ihtiyacının neticesinde yöneldiği karşı cinse odaklanmış "Beni seviyor mu?" güdülenmesini doğurur.

Bir insanı Tanrısallaştırma tehlikesi burada başlar...

2 Ocak 2006

Gaziantep Üniversitesi Web Sayfası ve Fıstık Ağacı

Resim: Gaziantep Üniversitesi Web Sayfası!Yıllar önce bu üniversitenin fizik mühendisliği bölümünde öğrenciydim. Lakin sonradan yollarımız ayrıldı; 3 yıl boyunca kümülatif yapamayınca başarısızlık yüzünden okulla ilişiğim kesildi. Az önce üniversitenin web sayfasını tıkladım. Sitenin sol üst köşesine kocaman bir Antep Fıstığı resmi yerleştirmişler.

Bu mubarek meyve, bir ağaçta yetişir. Dalında tazeyken böyle pembemsi kırmızı bir renkte görünür; olgunlaşmasıyla beraber kabuklu bir yemiş halini alır.

Fıstık demişken, meselemiz Antep Fıstığı değil şimdi!

Sen koskoca bir üniversitesin, kalkıp turizm işlerine mi merak saldın ey güzel üniversitem! Hadi antep fıstığını çok seversiniz, hadi bahçelerinizde dönüm dönüm fıstık ağacı var; ama sen bi mühendislik fakültesisin ya!

Eğer şehir için bir güzellik yapalım deniliyorsa, ayrı bir sayfa hazırlanarak Antep Fıstığının tarihi geçmişi anlatılabilir.

Ancak bu şekilde; sayfanın baş köşesine yerleştirilen bir Fıstık resmi ile, mühendis yetiştiren bir üniversiteyi komik duruma düşürüyorsunuz.

Bana göre; Antep Fıstığı yerine, oraya endüstriyel makine parçalarından oluşan bir sistemin resmini yerleştirmeniz daha bilinçli bir yaklaşım oludurdu...

1 Ocak 2006

Bilginin Teyit Edilmesi Yöntemi

İkili bir diyalogda kullanabileceğimiz bu yöntem, her iki bireyin de düşün dünyasında yatan fikrin ne ölçüde hemdeş ya da karşıt olduğunu anlamamızı sağlar.

Fikirlerin sözlü olarak iletilmesi sırasında karşılaştığımız bilinç altı dirençlerini elemine edebilmemizi kolaylaştıran bilginin teyit edilmesi yönteminde, her iki kişi içinde çıktı ilkesi çeçerli olacaktır.

Girdi, bir düşüncenin zihin tarafından algılanmasıyla beraber biten süreç öncesindeki halidir. Çıktı ise, zihnin girdi'yi işlemesinden sonraki durumunu ifade eder.

Örneğin, "seni seviyorum" sözlü ifadesi bir kimsenin düşün çıktısıdır. Bu çıktıyı karşı taraf algılayarak içinde bulunduğu koşulları değerlendirir ve zihninde işler. Yerine göre "ben de seni seviyorum" der, ya da aksi yönde bir seçimle "ben seni sevmiyorum" der. İşte bu cevap, bir çıktı niteliği taşır.

Verilen örnekte, girdiyi allgılayan bireyin zihinsel değerlendirme sürecini yaşamış olduğuna dikkat çekelim.

Bilginin teyit edilmesi yöntemi tek taraflı kullanılmaz. Yani aynı anda her iki taraf da çıktıda bulunur. Bu sayede, her iki tarafın da bilgiyi aynı anda değerlendirmesine fırsat sağlanır.

Etki -Tepki ilkesinin bu yöntem ile uyuşmuyor olduğunu farketmiş olmanızı bekliyorum. Yukardaki örnekte verilen cevabın, etkiye karşılık verilen bir tepki olduğu görülmektedir.

Bahsettiğimiz yöntemi kullanıyorken zihnimizi tamamiyle kendimizde yoğunlaştırırız. Nihayetinde, söze önce başlayan kimse düşüncesini ifade ediyorken; biz de malum konu hakkında ifade edeceğimiz düşünceyi, kendi bakış açımıza göre söylemeye hazır hale getirmiş olmalıyız.

İfade edilen fikirler, her bir bireye ait saf bilginin kendisi niteliğinde olması bakımından; her bir birey diğerinin konu hakkındaki öz düşüncesini öğrenmiş olur.

Çıktıda bulunan taraflar, zihinlerinde aynı anda girdiyi kabul etme ve işleme sürecini yaşarlar.

Böyle bir gelişmenin sonucunda, artık karar alma sürecine de ulaşılmıştır.

Girdinin de değerlendirilmesi ile beraber; birey, karşısındaki kimse ile aynı düşünceyi paylaşıp paylaşmıyor olduğunun doğru cevabına ulaşmış olur!

Yöntem (Method): Bir sonuca giden yol.
Girdi (Input Expression): Birey tarafından değerlendirmeye alınan fikir ya da düşünce.
Çıktı (Output Expression): Birey tarafından ifade edilen fikir ya da düşünce.
Etki - Tepki İlkesi (Action-Reaction Principle): İfede edilen düşüncenin, zihinlerde niteliğinin değişime uğruyor olması durumu.

Özünü Arayan,
Kâzım Mızrak