31 Temmuz 2005

Basit, Sıradan, Aptal, Hem de Dangalak!

Hayatı ve yaşamayı hafife alan; önemli konuları önemsizleştirip, önemsiz konuları önemselleştiren; aptalca, zekice, yalanca, sahice her kılığa giren; düşünen, düşündüren; kendisinin sıradan bir insan olduğuna inanıp yaptığı yanlışları püf deyip bitiriveren bir kimsenin bloğundasınız.

Hoşgeldiniz!

28 Temmuz 2005

Uzay, Yıldız, Işık, Foton, Dünya, İnsan, Sonsuzluk!

- Problem: Balkondaydım az önce, gökyüzüne gözüm ilişti. Sonsuzluk hissi beni korkuttu; yıldızlar! Eğer sonsuz sayıda yıldız olsaydı gökyüzünde siyah karanlık yerine ışıklardan oluşmuş bir gök kubbe görmemiz lazımdı. Demekki sonzuzluk yok. Biz de gökyüzündeki üç beş yıldızı böyle görüyoruz işte, gerisi hikaye.

- Cevap: Evrenin herhangi bir yerindeki ışık demeti, saniyede 300.o00 km yol alıyor halde yer değiştirir. Bu durumda bizim görüyor olduğumuz yıldızlar; yıldızların o anki durumu değildir; yalnızca resimleridir. Biz o yıldızlardan kopan Foton Parçacıklarının uzay boşluğunda her hangi bir uzay nesnesine çarpıp kaybolmamış olması sayesinde dünyamıza ulaşabilenlerini görebiliyoruz.

Bu bilgiyi özümsemekle beraber, şuan görünen bir yıldızın, içinde bulunduğumuz zamandan önceki bir zamanda yok olup olmadığı konusunda; kesin bir bilgiye sahip olamayacağımızı da anlayabiliriz.

Yani hacim artışı sonucu kendini bitirip içe çökerken parlama etkinliğini yok eden bir yıldızın Fotonları; eğer hala başka bir enerji formuna geçmemişse şuanda uzay boşluğunda seyahat halindedir! Bu noktada söyleyebileceğimiz; yok olmuş olan kimi yıldızların ışıkları dünyamıza doğru hala geliyor olabilir.

Tam tersi de mümkündür: Uzayda herhangi bir konumdaki yıldızın veya yıldızların ışıkları bize hala ulaşamamış olabilir. "Ulaşamamış olabilir!" ne demektir? Zihninizde ölçüp biçin ve evrenin sonsuzluğu hakkında bir kez daha düşünün; bu sefer laf olsun diye konuşmayın derim...

25 Temmuz 2005

Fırtına, Bulut, Köy, Sıcak, Soğuk, Yağmur!

İki hafta kadar önce kardeşlerimle beraber köydeydim. Yine hava olabildiğine sıcakdı. İkindi vaktine doğru, hava birden bire bozdu. Önce uzaklardan gökgürültüleri duyulmaya başlandı, karartı halindeki bulutlar ufukta gözle görünür bir hal almıştı. Bu karartı hızla bizim köye doğru yolunu tutmuşdu ve biraz sonra da köyümüzün üzerine tüneyecekti.

Yağmur denilince; gökyüzünden yere doğru azar azar düşerek başlayan su damlaları aklıma gelir. Bizim köye yağan yağmur da başka türlü değildi tabi de; benim ilk kez şahid olup şaşırdığım bir vaziyette geldi yağmur.

Fırtına hızla yol alıyorken, yağan yağmur da bu fırtına ile beraber mesafe kat ediyordu. Yani yağmur bu sefer gökyüzünden değil, ufuktan doğru gelmişdi; bir çizgi halinde hareket eden fırtına ve yağmurdan oluşan tufanın içinde bulmuştuk kendimizi.

Böyle bir şey nasıl olmuştu? Yağmurun görünür bir çizgi halinde ilerlemesi beni çok şaşırmıştı.

Bu olayı düşünürken aklıma fırtına ve soğuk hava geldi, köydeki havanın sıcak olması da bir veriydi. Su buharının soğuk hava karşısında yoğunlaşma eğiliminde olduğu bilgisini hatırladım.

Bulmaca yavaş yavaş çözülüyordu...

Yüksek basınç, ve alçak basınç kavramlarını sorguladım; fırtınanın yönü yüksek basınç merkezli bir yerden alçak basınç merkezli bir yere doğru olmalıydı.

Yüksek basınç havanın soğuk olduğu bir coğrafyadır ki; havanın soğuk olması; havanın ağırlaşlaşmasına sebep olur; bu ağırlaşma havanın yeryüzüne doğru çökelmesine neden olur. Fiziksel ifadeyle havanın özkütlesi, soğuma karşısında artmışdır.

Sıcak olan coğrafyada olay tam tersine bir değişim gösterir.

Havanın ısınmasıyla beraber, havayı oluşturan moleküller arasındaki mesafe artar.

Mesafedeki değişim, sıcaklık sayesinde kinetik enerji kazanan atomların hızındaki artışın momentum (P=mV) artışına sebep olmasıyla ortaya çıkan kuvvet neticesinde; moleküller arasındaki çarpışmaların daha tesirli bir hal almasından ileri gelir.

Bu etkili çarpışmalar sonucunda havayı oluşturan moleküller her çarpışmada birbirlerinden daha da uzaklaşırlar.

Isınan gaz bu halde genleşme gösteririr ve özkütlesi azalır. Özkütledeki azalış, havanın gökyüzüne doğru yükselmesine sebep olur; aynı zamanda diğer tarafda özkütlesi büyük olan soğuk hava da yeryüzüne doğru çökelme halindedir.

Bu iki olayın birbirini tetikler niteklikte olduğuna dikkat çekelim; birinin olması, kesinlikle diğerinin olmasına bağlıdır!

Bu halde soğuk ve sıcak havanın birbirini takip eden bir döngü içersinde hareket ediyor olduklarını hatırlayalım. Soğuk hava fırtına ile sıcak havaya doğru yönelmiştir, bu yöneliş yağmuru nasıl doğurur?

Önce sıcak havadaki nem miktarının fazlalığını anlayalım!

Soğuk hava neme doymuştur, bu haliyle soğuk hava çok az miktarda su buharı tutabilir niteliktedir. Sıcak havada ise buharlaşmış su miktarı fazladır; çünkü suyun yoğunlaşması için bir sebep yoktur ortada, bu bakımdan sıcak hava neme doygun değildir.

Toprakdaki ve bitkilerdeki su da buharlaşarak sıcak havanın neme doymasını sağlama eğilimindedir. Bu eğilim teorik olarak; yaşayan organizmardaki hücrelerin, dışardan madde alış verişlerini ifade eden Osmoz kavramı ile açıklanabilir. Ancak yeryüzündeki suyun buharlaşması konusunda güneşin etkisi unutulmamalıdır!

Netice itibariyle!

İki hava kütlesinin hareketi; köyümüz ya da coğrafyamız üzerindeki sıcak hava ile fırtınanın getirdiği soğuk havanın karşı karşıya gelmelerine yol açtı!

Bu karşılaşma neticesinde, havanın nemi soğumayla yoğunlaşarak, su damlalarından oluşan bir yağmur halini aldı!

Dalga halinde gelen fırtınanın etkisiyle; yağmurun yağışı, bir çizgi şeklinde göründü bize!!!

24 Temmuz 2005

Kola ve Karbon di Oksit Gazı

Kola olarak bildiğimiz meşrubat, eski zamanlarda bir eczanede satılmaya başlanmış. Daha sonra meşhur olmuş ve geniş kitlelere hitap eder duruma gelmiş.

İçinde kola aroması ve şeker var, bu kadar basit. Kola aroması da bir bitkinin kökünden üretiliyor sanırım. Olayı kopartan asıl etmen Karbon di Oksit (CO2) gazıdır. Bu gaz suda çözündüğü zaman su asidik özellik kazanır; su ne kadar soğuksa gaz o denli yoğunlaşarak suyun içine nüfuz eder.

Meşrubatların üzerinde "Soğuk İçiniz" ibaresi bundan dolayı yazılmışdır. Yani daha çok Karbon di Oksit için soğutunuz demek isteniyor. Aksi halde ılık havada CO2 buharlaşma eğilimi göstererek uçup gider ve meşrubat bildiğiniz meyva suyu gibi nötr bir nitelik kazanır.

Kola tarzı gazlı içeceklerde kullanılan CO2'nin güzelliği buradadır. Meşrubatın içimi genizde bir yanma etkisi uyandırır ki bu durum asitlerin genel özelliğinden ileri gelir.

Aman haa bu yazıyı okurken evde kola yapma aşkı içinize doğmasın. İçine tuz ruhu falan dökersiniz, sonra ömür boyu gırtlağınız olmadan yaşamak zorunda kalırsınız.

Şaka değil, bizim insanımız beklenmeyen işlerde azim gösterir arkadaş, ben yasal uyarıyı yapayım da nolur nolmaz :)

Sigaranın Faydalarını Keşfedelim

Sigaranın tadı da bir başka oluyor; hele hele yemekten kalkınca insanın canı çekiyor. Bir nimetdir bence sigara, onu kötülemek ne diye? Stresten bunaldığımız zamanların en hakiki dostu, özlem dolu saatlerimizin eşsiz arkadaşı.

Onsuz bir hayat düşünemiyorum, acaba kim icat etmişdir ki şu sigarayı. Canı sıkılan bir mağara adamı kuru bir otu sarıp sarmalayıp yakarak dumanını ciğerlerine mi çekmişdir? Pek mantıklı gelmedi bu varsayım.

Geçmişini bilemem, nereden gelmişdir, kim bulmuşdur; lakin iyi etmiş yaa. O kadar insan kullandığına göre bi hikmeti vardır sigaranın. O kadar da firma var, büyük paralar dönüyor bu işten.

Devletler dahi sigara ticaretinden aldığı vergiden doyuyo olsa gerek pek seslerini çıkartmıyorlar sigara ticaretine. Ama kaçak sigara işi olunca hemen çörekleniyolar, kayıt dışı ekonomi oluyor diye.

Sigaranın neden insan bünyesine zararlı olduğunu anlayamadım, onca yararı varken niçin kötü alışkanlık olarak değerlendiriliyor? Harçlığımızı dumana verdiğimizi söylüyorlar, yani boşa giden bir para söz konusu.

O parayla elma, üzüm tarzı gıdalı şeyler alıp yiyebiliriz; pempe pancurlu küçük bir ev veya büyük bir apartman yaptırabiliriz; 300 yataklı bir hastane binası, bir üniversite kampüsü inşaa edebiliriz; işsizlik sorunu için bir fabrika kurabiliriz.

Mesela yani :)

23 Temmuz 2005

Memleketin Emanetçileri Böyle Yetiştiriliyor

Bir nesili öylesine bunak, uyutulmuş, aklı sefil insanlar yetiştiriyor ki; hep suçlu sonradan gelen gençler oluyor. Bir baba Allah'a şükretmesini çocuğuna öğreteceği yerde; kazandığı paranın başkalarınca harcanıyor olmasının derdinde, çalıştığı yılların hesabını evladına sorabiliyor!

Bu adam benim babam!

Yıllardır ben babamla anlaşamam, geçinemeyiz beraber. Yıllardır esnaflık yapıyor; ödemeler birbiri ardını takip eder; borçları ödeyecek para bulamadığında darda kalmış olmanın hıncını anneme çatarak bize yüzünü ekşiterek çıkarır.

Sanki sizin bu dünyada ne işiniz var dercesine! Tabi bunu düşünen benim, o benim böyle düşünmeme sebep olacak hiç bişey yapmıyor; hep suçlu biziz, babalar haklıdır zaten.

Bizler okumuş isanlarız, büyüklerimize yol gösterebiliriz demi, onlar da doğruyu yanlışdan ayırabilirler. Evet ya bu çok doğru, benden iki yaş küçük kardeşim öğretmen ve ona saygı duyuluyor. Ama iş bize gelince babanın istemediği yerlere para harcanacak olunsa; bas fırçayı, bağır çağır söylen işin stresini al çocuktan.

Bizim de yaşımız küçük ya, oğuluz diye sahip çıkanımız olmaz; baba bu döver de sever de zihniyetiyle ez başını çocuğun sana isyan etmesin, diklenmesin. Hepsi de aynı naneyi yemiş olsalar gerek, evlatlar bir numaralı boş gezendir onlar için.

Paranın bu kadar hükmü geçiyor işte, baba evlada; evlat babaya düşman oluyor!

Olay dönüp dolaşıp, neden çalışıp da okulu bitirmedin noktasına gelir. Ya kardeşim benim aklım bu kadar basıyo eşşeklik ettik de okuyamadık. Hadi bakıyim, sen ruh hastasısın diye gelip, benim canımı alın o halde!

Ulan memleket de herkes yaşama savaşı veriyor, dert ısdırap içinde ağlayıp sızlanıyor. Ben mi başka dünyada yaşıyorum yoksa hepiniz de gülüp oynar mısınız? O zaman ben niye ağlıyorum, ben niye dert içindeyim diye sorma hakkım olmaz mı benim?

Ya bi gün intahar edicem sesimi duyurmak için, ya da baba katili olucam; adım gibi eminim ki iki sonuç da hiç kimsenin umurunda değildir.

Allah deyip sabrediyorum, susmaya çalışıyorum, bari çevreme zararlı olmayayım diyorum ama nereye kadar bilmiyorum...

Parası Yokmuş Derdi Çokmuş, Kâzım Mızrak

21 Temmuz 2005

Olduğu Gibi mi Kalacak Sandın?

Hep 21 Haziran geceleri yapraklar solmaya başlıyor; bahar tüm sevinciyle dolu dizgin gelirken yeryüzüne, bir gece yarısı zaman tersine dönüyor.

Sabah olanlardan geceyi suçluyor; gece de hiç geri durur mu, o da sabahtan dertli. Tabi olan oluyor, cıvıl cıvıl bahar mevsimi yerini kuru yaz sıcağına bırakmak için usul usul geri çekiliyor.

İşte 21 Haziran sana bu yüzden düşmanım; yüreğimdeki neşeyi ve sevinci ateşinle kavurup kül edersin. Beni dalımdan savuran rüzgar, yeni gülüşleri kucağıma dermeyecek mi sanırsın?

20 Temmuz 2005

Mono ve Stereo Ses Sistemleri

Ses sistemlerinde Mono ve Stereo kavramlarını WinAmp'dan da olsa duyup görmeyeniz yoktur.

Mono modundaki ses yalnız bir kaynaktan girdisi olan tek kanallı ses niteliğine sahiptir, stereo modundaki ses ise iki kaynaktan girdisi olan çift kanallı ses niteliğine sahipdir.

Kaynak denildiği zaman aklımıza fiziksel ses dalgalarını elektriğe çeviren birimler gelebilir; mesela mikrofon bir kaynaktır. Kaynaktan gelen elektriksel sinyaller PreAnfi denilen Amfi devreleriyle kuvvetlendirilerek hoparlörlere gönderilir ve ses bu şekilde yükseltimiş olunur.

Eğer kullandığınız sistem iki adet kaynağı destekleyebilecek halde ise stereo ses niteliğini elde edebilirsiniz. Bu durumda stereo özelliğine sahip bir amfi devresi, doğru akım üreten bir güç kaynağı ile ikişer adet mikrofona ve hoparlöre ihtiyacınız olacak.

Stereo sistemler, insanın iki kulağa sahip olmasından esinlenerek ortaya çıkmıştır. Böylelikle teknolojinin üretebildiği ses dalgalarında derinlik kavramı doğmuşdur, ancak mono modundaki sesde derinlik hissi yoktur.

İnsanın iki kulağı sayesinde sesin nereden ve hangi uzaklıktan geliyor olduğunu algılayabilmesi; yine stereo kavramı ile alakalı bir olaydır.

MP3 formatında dinlediğimiz müzik parçalarının hemen hemen hepsi de stereo niteliğe sahipdir; bir Mp3 dosyasının stereo olup olmadığını WinAmp programının yönetici konsolunda görebilirsiniz.

Gerçek, Bu Resmin İçinde Saklı

Benim için yorucu bir gündü; sevdiğim bir insanın ölüm haberini aldım, annem hala hastanede, dükkana gitmediğim için kardeşlerim beni istenmeyen adam ilan etti, babam bulaşıkları yıkayıp yıkamadığım konusanda bana iyi bi fırça çekdi.

Şimdi, sabah erken kalkma niyetiyle yatıcam; ve dükkana giderek temizlik işlerine başlayacağım. Annem geri döndüğünde dükkanı pırıl pırıl temiz bir şekilde görsün. "Arkamda koç gibi oğullarım var!" deyip mutlu olsun...

Görüyorsunuz ya, ben de sizler gibi sıradan bir insanım işte!?

İçsel Kavgam, Kâzım Mızrak

18 Temmuz 2005

Tanrının Olmadığını Anlama Gayreti

Milyonlarca yıl önce; tesadüf eseri olarak; bir enerji yığını halindeki çekirdek yapının patlayası gelmiş ve Big Bang diye bilinen Büyük Patlama olayı yaşanmıştır.

Sonra etrafa saçılan toz ve gaz bulutları; tesadüfi olarak meydana gelen kütle çekim kanunu sayesinde topaklaşmaya başlamıştır!

Bu topaklaşma sürerken; maddenin dışardan içe göçü sırasında; bütün parçacıkların aynı yöne dönesi gelmiş ve küresel cisimler oluşmuştur.

Dünya denilen bir gezegen, güneş diye bildiğimiz bir yıldızın çevresinde dönmeye başlamışdır.

Toz ve gaz bulutu içersindeki hareketli sirkülasyonlar sırasında; atomlar arasındaki sürtüşme sayesinde; elektron alış verişleri ile oluşan; yüksek gerilimlere sahip elektrik akımlarının etkisiyle H2O molekülü birden bire peydah olur.

Bu öyle bir işdir ki, patlama sonrasındaki yüksek sıcaklarda kaynayan madde; 100 derece gibi düşük bir sıcaklıkda kaynayan Su gibi bir bileşiği meydana getirmiştir.

Aynı olayla, diğer atomlar sırayla varlık kazanırlar. Ve atomlar arasında; uygun geometrik çarpışmalar ile meydana gelen tepkimeler sırasında; DNA yapısında bulunan Amino Asitler oluşur. Yine bu Amino Asitler bir araya gelip DNA denilen genetik yaşam kodunu oluştururlar.

DNA kodu öyle akıl doludur ki; güneş ışınlarından nasıl istifade edebileceğini; matematik, fizik, kimya, biyoloji, geometri bilimlerini icat ederek öğrenir. Ve "Ben bi fotosentez yapayım da Oksijen üreteyim" der.

Oluşan O2 sudan havaya geçer; güneş ışınlarının etkisiyle; Oksijenin bir türevi olan; O3 diye bilinen; Ozon'a dönüşür.

Bu Ozon kendine hayat veren güneş ışınlarının önüne geçerek; güneşde hidrojenin helyuma dönüşmesi sırasında yaşanan patlamalarda oluşan Radyasyonun; dünya yüzeyine ulaşmasına mani olur.

Suda yaşar hale gelen bitkimsi varlıklardan; karaya vuran bazıları; havadaki O2 nimetini keşfederler.

Ve bir tur atıp geleyim diyen kimi meraklı otların yapısındaki DNA sarmalında; güneş ışınlarının etkisiyle bir takım değişiklikler olur. Öyle ki bitkicik kendisini yürür halde bir hayvan olarak görmeye başlar!?

Gel zaman, git zaman; ilk insan hayvanlar arasından türer.

Bu insan denilen yaratık; nasıl bir tesadüfle varlık kazandığını anlayamaz ve Tanrı deyip hayalinde uydurduğu bir varlığa inanmaya başlar; güya bütün bunları yapan oymuş.

Şu Tanrı denilen şeye inanan insanlar ne gerizekalı varlıklardır yahu, hiç öyle şey olur mu?

Herşey bir raslantı ile meydana gelmiştir; Tanrı yoktur, Muhammmed yoktur, Kuran-ı Kerim yoktur, Allah yoktur...

Dengesiz ve Gerizekalı, Kâzım Mızrak

17 Temmuz 2005

Çek Kayığını İmam, Ölesim Geldi Bugece!

Ölüm kelimesi ne demek bileniniz var mı? Koskoca bir hayır demi! Bir gün herkes bu duyguyu yaşayacak.

Annem bugece hastanede, korkulacak birşeyi yok; henüz tabi! Bu gün değilse bile bir gün acı haberi alıcaz, ya da alamayacağız. Kim bilebilir ki sıranın bize gelmemiş olduğunu.

Bir kaç gündür başı dönüyordu annemin, doktora gittik; babam, ben ve annem. Doktor hastaneye yatırılmasını istedi; verdiği ilaçların düzenli olarak kullanılması içindi sanırım bu karar. Pazartesi kan, idrar, rontgen tarzı tahlil ve incelemeleri yapılacak; verilere göre bir tanı konulacak şikayetler hakkında.

Yorgun, halsiz görünüyor. Annem hep öyledir ama bu hâli başka bir hâl. Konuşması kısadan ve sakin; hiç acelesi yokmuşcasına; ne bir korku, ne bir sevinç; mutluluk, üzüntü, heyecan var. Oturduğu yerden ayağa kalkarken başı dönüyormuş birden; gözlerine karartı geliyormuş. Tansiyon mu acaba? Yaşlılık ya ondanır, neden olmasın!? Ya başka bir hastalığı varsa?!

Evet, ilk defa bu gece hiç beklemediğimiz; istemediğimiz, sevip içimize sindiremediğimiz bir sebepten dolayı annem aramızda değil, hastanede ve yalnız. Küçük kardeşim annemle benden çok ilgileniyor, hastanedeki hemşirelere kızıp duruyor kendince; hastalara iyi davranmıyorlar diye.

Akşam üzeri annem telefonda söylemiş kardeşime; koridorda diğer hastalara bağırıp kızan bir hemşirenin sesi annemin odasına kadar geliyormuş. Annem bi şikayette bulanmadıysa da kardeşim hemşirelere pek güvenmiyor.

Yine de hepsi hakkında böyle düşünmemeliyiz, çünkü bizim eleştirdiğimiz üçü beşi. Aralarında sabırlı ve iyi kalpli olanları üzülebilirler onlar hakkındaki olumsuz düşüncelerimize ve sonra onların da kalpleri katılaşır küserler bize demi yani!?

Sevgide Sonsuzluk, Kâzım Mızrak

16 Temmuz 2005

Türk Televizyonculuğu Nereye Gidiyor?

Bir gece vakti televizyon kanalları arasında geziniyordum; âziz milletimim, güzide TV kanallarının eşsiz dizi filmleriyle karşılaşıyorum. Hangi birisini övsem diye şaşırıyorum, hepsi de birbirinden güzel; vıcık vıcık zırva dolu :)

ATV kanalında bir diziye gözüm takılıyor, adını dahi bilmediğim bir diziyi "Ne yapıyor bunlar bi bakayım." diyerek yarısından kalma bir yerde izlemeye başlıyorum.

Polis Memuru rolündeki bir zaat, mavi önlüklü bir bakkal amcanın; mahallenin namuslu kızına rolü gereği asılan dolmuş şöförü tiplemesini görmesiyle; duman olmuş vaziyette olaya müdahale etme hevesiyle yere bıraktığı sebze meyve poşetlerini; karakol diye anladığım mevkinin önünde görüyor!

Senaryo yazarı veya yönetmen abimiz bu nezih Türk polisine komiklik yapdırma gafletiyle, olmadık salaklıklarla poşetlerin içinde bomba var diye ciyak ciyak bağırtdırıyor.

Sonuç olarak mevzu bahis olan polis arkadaş, korkar vaziyette güya yardım çağırmaya gidermiş gibi çırpına çırpına oradan kaçmakta.

ATV Televziyon Kanalı Yöneticilerine büyük bir afferim daha! Benim naçiz Türk Polisim de bu diziyi sırıtarak izlesin; adamlar nasıl olsa sanat yapıyor demi!?

Ellerin adamları Polis Teşkilatlarının gizemli gücünü vurgulamak için olmadık efektlerle film yaparlar; bizimkiler de napalım paramız yok ama sağlık olsun havası içersinde milleti güldürmek derdinde Polislik Makamını böyle rezil ederler.

Sanat da olsa abartının yeri, saati ve edebi vardır...

Pış Pış Yavrum Pışpış, Kâzım Mızrak

Turnikeden Geçiş Güvenliği

Herhangi bir yerde, herhangi bir alışveriş merkezininin içindeyiz, daha doğrusu henüz içeri girmekteyiz!

Çocuğun abisi hızlı ve aceleci; kardeşini düşünmeden arkasında bırakmış ve beraberce alışveriş merkezine girmek için turnikeye yaklaşıyorlar. Abisi turnikeden geçerken çocuk hemen gerisinde; arkada kaldım diye panikliyor, abisinin omuzundan tukmak istercesine elini uzatıyor.

Tam bu sırada turnike tam dönüş devrini bitirmek üzeredir, çocuğun kolu turnikenin dönen kısmı ile sabit kalan kısmı arasında hafifce sıkışıyor! Çocuk refleks göstererek bağırıyor; bir amca olaya müdahale ederek kahramanımızı kurtarıyor!

Turnikelerin tasarımlanması işinde; dönen kısım ile sabit kalan kısım arasındaki mesafenin biraz daha geniş tutulması yerinde olur, aksi halde böylesi beklenmedik kazaların yaşanması muhtemeldir.

15 Temmuz 2005

Doğada, Termik İzolasyonun Kullanılması

Mevsim yaza döndü, baharın ılık yağmurları şimdilerde güney yarım küreyi ıslatıyor. Arada bir yolunu şaşıran bulutlar biraz serinlik bırakıyorlar başımızdan aşağaya; onlar da olmasalar hepden kuruyup telef olacağız.

Evimizin balkonundan dışarıyı seyrediyorum; dalmışım yine rüyalara. Gözüm çalı gibi duran küçük bir ağacı görüyor ve çevresindeki otları; ağaç hâlâ yeşil ama otların hemen hemen hepsi de sararmış vaziyette.

Neden ikisi de yeşil değil diye sorgulamaya başlıyorum; ağacın da yaprakları aynı göneşi alıyor, otların da! Bu halde her ikisi de susuzluktan kurumalıydı diyorum.

Çevreme iyice bakınıyorum, ağaçlar ve küçük çapda kalın gövdeli çalı tarzındaki bitkilerin yaprakları hala yeşil duruyor. Ot tarzındaki bitkiler ise çoktan sararıp kurumuşlar. Toprağın derinlerine ulaşamayan kökü cılız bitkiler; güneşin sıcaklığı ile kuruyan toprağın üst katmanında susuzluktan ölüyorlar.

Üst katman sıcaklıkdan kurumuş haliyle, güneş ışınları ve alt katman arasında bir izocam vazifesi görüyor. Alt katmana kökleriyle ulaşabilen bitkiler burada kalan nemden istifade ederek güneşin yakıcı sıcaklığına rağmen hayatda kalmayı sürdürebiliyorlar.

Termik izolasyon diye bilinen bu durum, doğada böyle bir örnekle uygulanmaktadır...

Bir Gece Var ki Sabaha Varmaz Sonu

Küçük bir odam var benim, yatağım ve iki adet masam var odamın içinde ve belki iki sandalye sığacak kadar bir boşluk masaların arasında.

Masanın birisinde bilgisayarım duruyor. Diğerinde ise finallerden kalma kitap ve defterler, ilk bakışta bir savaş meydanını andırıyor bu masa; öylesine dağınık ki!

Uyku tutmuyor beni bu gece; gözlerimdeki sulanmaya eşlik eden bir kaşınma hissi var, kirpiklerim gözümün içine batıyor sanki. Yorgun ve bitkinim, uyuşuk uyuşuk bilisayarımın başına geçmiş kendimle konuşuyorum; kendimi dinliyorum yani.

Daha akşam üzeri bıraktığım sigaraya yeniden başladım, ikincisini yakmak üzereyim. Söz veriyorum bir gün bırakacağım sigarayı ama şimdi olmaz, belki yarın :)

Yanıp da Sönmüş, Kâzım Mızrak

14 Temmuz 2005

20. Yüzyıl ve Şehirleşme Sancıları

Menfaat çerçevesinde süren dostlukları olağan karşılayabilir miyiz? Nihayetinde karşılıklı çıkar ilişkisine dayanmayan pek az dostluk ilişkisi var günümüzde; belki dün de öyleydi ama geçmişi yaşamamış bir kimse olarak kesin tespitler yapmayı istemem.

Yaptığım değerlendirmelerde, bugünün de yarın için bir geçmiş haline geleceği düşüncesine ulaştım.

Bu fikirle yola çıkarsak geçmiş hakkında kolaylıkla yorum yapabileceğimiz gerçeği ile karşı karşıya kalırız, şimdi geçmişte yaşamamış olma eksikliğimizden kurtulmuş olduk.

Günümüzdeki arkadaşlık ve dostluk ilşkilerinin nasıl yaşandığı hakkında konuşuyorduk.

"Köyden indim şehire" tarzında bir gelişme gösteren kültür yapımız; gelişimi sırasında olumlu değişimlerle birlikte olumsuz istenmeyen sorunlarla da yüz yüze kaldı.

İş imkanlarının şehir bölgelerinde yoğunlaşmış olması köylü halkı cezbetti, zira toprakla çalışmak dışardan göründüğü gibi kolay gelmiyordu onlara. Ekmek kavgası diyerek yola düşen köylü şehir yaşamının her türlü imkanı ayaklarına getirdiğini gördüğünde mesele bir başka boyut daha kazandı! Ve gurbete gidenler ailelerini de yanlarına aldılar.

Artık şehir yaşamı moda olmuştu; şehre göçenler köylü gözünde kaçıp başlarını kurtaranlar şeklinde algılanıyorken; şehirli için köylü efradı statü sıralamasında yerine göre ikinci, üçüncü sırada yer alabiliyordu.

Devletin yatırım politikaları insanların kalabalık olduğu yerlere yönelik olduğu üzere; teknolojik ve kültürel gelişme, şehir bölgelerinde kendisini göstermekteydi. Bu vaziyet, gelişimde gerilerde kalmış doğu coğrafyası merkezlerinde, bir batıya yöneliş hareketini doğurdu. Batı coğrafyası için ise Avrupa ve Amerika kıtası esas hedef haline geldi.

Bu yolda; "daha iyisine sahip olabilme" yarışında dostluk kavramı değer kazandı. Amaçların ortak olması noktasında bir araya gelen insanlar; arkadaşlık ve dostluk ruhuyla hayallerine ulaşma utkusunda güç birliği yaptılar.

İşte bu cümle bize kritik eldeye ulaştırıyor; arkadaşlık ve dostluk ilişkileri aynı hedefe yönelmiş kimseler için söz konusudur.

Her iki taraf için de bir menfaat vardır; bu bağlamda amaçların paralellik halinden zıtlaşmalara meyil vermeye başlaması anlaşmazlıklara sebep olur. Maddi ya da manevi yarar sağlayamayan taraf yeni arayışlar içersine girer ki, hayalerinde yaşattığı mutluluğa ulaşabilsin!

Böyle sonlarla yaşanıp bitmiş dostluklar da var; esas gayeleri Hâkk olup ölüme değin süren dostluklar da var, bilmem anlatabildim mi?..

Ağlayıp Gülen, Kâzım Mızrak

13 Temmuz 2005

Susup, Hiç Konuşmasam mı?

Bir gün herşey bitecek; sus diyorum, susss! Neyi ispatlamaya çalışıyorsun? Aptal ve gerizekalı olduğunu söylüyorsun, öyle misin peki ? Hayır! Akıllı ve zeki misin? Hayır! Kendisi olmayan karşıtı değil midir? Nasıl yani?

Beyaz değilse karadır; az değilse çokdur; acı değilse tatlıdır. Sen nesin? İyi değilsen, kötüsündür! Ne iyiyim ne de kötü, illaki bir adım olmalı mı? İyi ya da kötü olmam mı gerekiyor, buna ben mi karar vereceğim, sen mi? Karar verilmesi gereken bir durum var ve o da ne olduğum mu?

Ben bir hiçim, işte herşeyi burada bitiriyorum; ispatlamaya çalıştığım bişey yok! Amacım yok; geldiğim yer yok; gittiğim yer yok! Parasız bir yoksul olduğum için üzülmem gerektiğini senin gibi gerizekalı mahluklar söylüyor sadece, benim gibi maddeci olan zavallılar da buna inanıyor! Bir zamanlar ben de öyleydim; ama şimdi açlığımı dahi normal birşeymiş gibi algılıyorum. Herşey normal ve olağan; ölüm gibi; doğum gibi; gülmek gibi; ağlamak gibi! Özlemek gibi, acımak gibi; sevmek gibi; öfkelenmek gibi!!!

Sana ters gelen ne yahu? Senden öncekilerin sana öğrettikleri ile amel ediyorsun ve bu iyi şu kötü diyorsun; neye göre; kime göre?

Sıcak sudan soğuk suya elini daldırdığında sana ılık gelen su, kimilerin elini yakıyor be salak! O yüreği acıyan insanları anlamadan konuşuyorsun, gülenleri mutlu, ağlayanları üzgün diye değerlendiriyorsun; kendini merkeze alarak oturduğun tahtdan onu bunu şudur budur diye yargılıyorsun!

Şimdi sen de aynı şeyi yapıyorsun bana, karşındaki insanı yargılıyorsun!

Evet doğru söylüyorsun. Haklısın. Haksız olan kim? Hak ne demek? Bu kelimeye ilk anlamını veren şey neydi? Kelimeyi oluşturan maddesel sesden bahsetmiyorum, manadan bahsediyorum. Neden bir üçüncü değer yok da, her şeyi olumsuz veya olumlu diye idrak etmeye yatkınlık gösteriyoruz; belki bir üçüncü kuvvet daha vardır!? Var mıdır, yok mudur? Olmalı mı, olmamalı mı? Ben kimim, neyim?

Zavallının Birisi, Kâzım Mızrak

12 Temmuz 2005

Ölüm de Böyle Birşey mi Acep?

Dostlarım, bu gece bloğumda düzenleme çalışmaları yapayım dedim; keşke demeseymişim :(

Tasarım ve Konstrüksiyon konulu bir blog açdım kendime; sonra yaptıklarımı beğenmeyip "Bu Bloğu Sil" manasına gelen butona tıkladım. Butona tıklar tıklamaz aklım başıma geldi tabi, ama geç kalmıştım; yeni bloğu silmek isterken eski bloğumu silmişim!

Sildiğim bloğun 17 Haziran 2005 tarihine kadar olan postalarını bilgisayarıma yedeklemişdim, ama daha sonrakiler bu gece puff oldu.

Merak ediyorum aranızda arşivleme işine meraklı olanınız var mı acaba? Belki bende olmayan postaları bu sayede kurtarabilirim diye düşünüyorum; ancak ya yorum sayfaları?! Onların yeri bir başkaydı, giden gitti biz biz'e kaldık şimdi...

Yazılarımı kaybettiğime bir üzülüyorum, sizlerden gelen yorumları kaybettiğime bir üzülüyorum; hepinizi de çok seviyorum dostlarım. Bunu eski bloğu siler silmez hissettiğim o karın sancısından anlayabiliyorum.

Sanki sizler de o butona tıklayarak tüm geçmişimle beraber silindiniz gibi geldi bana ve çok üzüldüm; neredeyse ağlayacaktım sinirimden, böyle bir aptallığı nasıl yapabilirim diye!

Benim için kağıt parçaları değilsiniz sizler; yaşayıp nefes alan, duygulanan, düşünen, üzülen, sevinen bir kalbi olan insanlarsınız gözümde.

Bu güne kadarki blog serüvenimde dünyanızda bana da yer verdiğiniz için hepinize teşekkür ederim. Şu yaşamdan öylesine sıkılmış ve bunalmışdım ki burada kendimi buldum.

Bir kaçış noktası haline gelmişdi bloğum ve sizler benim dostlarım oldunuz; neşeli anlarıyla, öfkeli tartışmalarıyla her türlü kalbime kök saldınız şu iki ayda.

Bilerek ya da bilmeyerek kendisini incittiğim blog dostlarımdan özür dilemek istiyorum. Hepiniz de hakkınızı helal edin; bir gün ölüp buralardan göçdüğümde özleseniz de bulamazsınız beni, demi yani!?

Ama baştan söylim bakın; ben yine bildiğimi okurum ona göre, demedi demeyin ;-)

Bir varmış Bir yokmuş, Kâzım Mızrak