A Acayip Uzaylılar
Yaz mevsiminden kalan bir postaya yorum bırakmışsınız.
Yorumunuzla beraber değindiğiniz konu üzerine şunları söyleyebirilim.
Ben bu postada insana tebelleş edilen nefs üzerinde durmuş olduğumu hatırlıyorum.
Bu kavramı izah ederken; bardak olsaydık kırılırdık benzetmesiyle, ki bardak bardaklığını bilir ve kırılır, açıklamaya çalıştım.
Biz insanlarda nefs denilen zevk ve şehvet meraklısı bir dürtü vardır. İşte bu dürtü Sebep - Sonuç ilişkisi nazariyle biz insanları yanlış hal ve hareketlere sevketmekte.
Eğer nefs olmasaydı, biz insanlar da günahı arzulamazdık gün boyu.
Sebep - Sonuç bağlantısını benim zihnimde olduğu gibi kurarsanız yapılan kıyasın saçma olmadığını görürsünüz.
Ateist anlayışa bizleri sürükleyen karmaşa da burada başlıyor.
Tanrı yarattığı masum insanlara, onları günaha davet edecek dürtüleri neden veriyor?!
Bir imtahan dünyasında yaşıyoruz savunması çok, hem de çok komik.
Çünkü, Tanrı kendi yaratıyor doğruyu ve yanlışı ve kendi kendisini hem Cennet ile ödüllendiriyor hem de Cehennem ile cezalandırıyor.
Madem Tanrı denilen varlık bize akıl vermiş; benim aklım bu hesapları yapıyor. Diğer bir alternatif de Tanrının benim doğruları görmemi arzu etmeyip yaptığım yanlışlar nedeniyle kalbimi mühürlemiş olması!
Birinci durumda ben bir akıl sahibi olarak anlayabildiğim kadarını anlayarak kendim için doğru olanı düşünüyor, Tanrı diye bir varlık yoktur kararını alıyorum.
İkindi durumda ise, Tanrı denilen varlık keyfi olarak sanki onun iradesi dışında işlemiş olduğum suçlar yüzünden beni cezalandırıyor.
Biz onunla ezelden beri düşman mıydık yoksa; Tanrı ile aramızda bir husumet mi vardı öteden beri?!
Eğer beni var eden Tanrı ise; güzelliğimle çirkinliğimle beni bir bütün olarak yaratan kendisidir ve ben ben olduğum için beni asla yargılayamaz.
Her insan şüphe yok ki, cennet denilen güzel diyarda sonsuza dek yaşamayı ister.
Eğer biz insanlar böyle düşünüyor ve aklımızın yetmediği noktalarda yanlışlar yaparak bu güzellikten mahrum kalıyorsak bu ayıp Tanrınındır!
Hiç bir insan, cehennem zebanileri bana azap etsin diye hayal kurmaz.
Bu şekilde bir düşüncesi olan ve iradesi ile Tanrıdan böyle bir sondan esirgenmek dileyen bir kimseyi; Tanrı, zayıf karakterinden dolayı ibadetlerini yerine getirememiş olduğu suçlamasıyla cehennem ateşlerine atarsa ayıp Tanrının ayıbıdır!
Gelinen nokta şurası ki gerçekten bir Tanrı vardır ve bütün insanlar onun sevgisi merhametiyle şu ya da bu sebeple Cennete gideceklerdir.
Ya da bir Tanrı yoktur ve hepimiz sınırlarını algılayamadığımız kainatın derinliklerinde, enerji formlarından müteşekkil a acayip uzaylılarız...
Kazım Mızrak
Bu yazı, http://mizrak.web.tr/2005/08/yaratl-ebu-leheb-tasavvuf-enel-hakk.html sayfasına bırakılan bir yorumdur.
Öyle güzel bir sabaha gözlerimi açmışım ki; semanın bütün güzellikleri yeryüzüne inmiş sanki. Güneşin yürek ısıtan ışıkları uzak dağların yamacından bir martı gibi süzülerek dünyaya yaşamı ve mutluluğu getiyor. Geceyi ayaz çalmış, otların üzerine kırağı düşmüş; şimdi güneş onlara da hayat verecek...
İnsanın içindeki ehlileştirilememiş nefis, menfaati uğruna insanı halden hale sokar. Yaptırmadığı rezillik, dalkavukluk bırakmaz. Anlayacağınız günümüz dostluk hikayeleri nefsin menfaatleri çerçevesinde kurulmuş uyduruk sevgilerdir. Ne zaman ki size dostunuz fazlasıyla yük olur; siz uğruna ölümü göze alabileceğiniz insanda hemen bir yanlış bulursunuz. Ve sen şusun busun diyerek kendinize kaçış yolları aramaya başlarsınız! Nerede kaldı sizin dostane sevginiz sorarım.
Karşılık bekleyerek sevmekle başlamıştı yanlışa. Karşılıksız sevmesini daha öğrenememişdi anlaşılan. Sevgiyi anlayamama cezasının bu kadar acı olabileceğini tahmin edemezdi, öyle bir ıstırabı hayal edebilmesi mümkün olamazdı da. Yeni yetme bir çocuğun sevgisiyle aşık olmuşdu çünkü. Karşılık görmeyince ağlayıp sızladı; bağırıp çağırdı, aşkına sahip olamamak çok acı veriyordu! Ya onunla olacakdı ya da ondan kaçarak; bu acıdan, karşılık görememenin karın ağrıtan sancısından kurtulacakdı.
Düşlerde arıyordu mutluluğu, sevgisini; bu hayallerini insanlarla paylaşabilmeyi istiyordu. İsteğine ulaşamayınca incinen çocuk ruhuyla mızmızlanarak isyan ediyordu, en kolayı da buydu galiba mızmızlanarak oyunu bozmak. Yalancı sevgililer istemiyordu hayatında, aşk varsa yalansız oyunsuz yaşanmalıydı. Hesapsızca tutkuyla sevilmeliydi o; karşılık görmeliydi. Sevdikçe sevilmeliydi; yağmur gibi yağdıkça aşk şimşekler gibi çakmalıydı bu yağmur bulutlarının üzerine, bir kasırga gibi sarmaş dolaş olmalıydı yer ve gök...
İnsanlar kalbimizi kıracak bi davranışda bulununca, biz de hassas yapımızla üzülüyor kırılıyoruz. Kimi zaman çok ağır bi yara almışsak uzun zaman kendimize dahi gelemiyoruz. Garip değil mi? Biz öldükden sonra kaç kişi bizi hatırlayıp, arkamızdan ağlayacak?! Herkes kendi düdüğünü öttürüp, davulunu çalmaya devam edecek.
Mutluluğun matematiksel bir formülü olmalı diye düşünüyordum. Ne de olsa doğanın varlığı ile ilgili olarak; sayısal işlemlerle tanımlanabilecek kadar somut olduğu düşünülmekteydi, bilim adamlarınca. Atomları bir arada tutan çekim gücünün bile denklemsel bir eşiti yok muydu? Ve her atomda bağ gücü farklılık arz ediyordu; aynen biz insanların kiminin çok mutlu, kiminin az mutlu, kiminin ise hayattan kopmayacak kadar mutlumsu olması gibi?
Başa döndüğümüzde bir kararın iki unsurun etkisi altında olduğunu söylemiştik, her iki etmen de bireyin özgür iradesi ya da bağımlı iradesiyle alınmıştır. Her iki durumda da gelişmelerin kararı veren bireyi etkilemesi beklenirken; anlatılan birinci durumda çevrenin başarıyı sahiplenme yolunda olduğu; ikinci durumda ise başarısızlığın bireye yüklenilmesiyle çevresel faktörlerin kendisini doğan olumsuz sonuçlardan izole ettiği görülüyor.
Onu seviyordum, iyi bir insandı; güzeldi, akıllıydı ve en önemli olanı ondan etkileniyordum. Beni ona çeken kendi eksikliklerimdi, bunun farkındaydım; o da biliyordu ki ben zayıfdım, o ise güçlü. Böylesi bir beraberliğe uzun bir süre biçilemezdi. Ondan beni üzmemesini isterdim. Bunu nasıl yapacağını biliyordu, ama benim mutlu olmamı istemiyor gibi bi hâli vardı. Ben gülsem, o bir yolun bulup neşemi haram zıkkım edecek bir şeyler zırvalardı! Sorunumuzun ne olduğunu anlamıyordum, yanlış kimdeydi? Mutlu olmayı istemek ne zamandan beri bir günah sayılıyordu. Eksik olan neydi, sihirli sözcük Seni Seviyorum olabilir miydi; değildi tabi ki, işe yaramıyordu bir türlü. Çektiğim acıları hiçe sayarak yaşıyordum, susuyordum; salak salak gülüyordum. Yeter ki sorunun nerede olduğunu anlayabileydim ve bunun için yıllarımı feda edebilirdim...
Birilerine dost olma nazarıyle bakarken, bu ilişkilerin hangi ilkeler üzerine kurulu olması gerektiğini düşünüyor muyuz acaba? Seviyor olduğumuz herkes dost mudur bize? Peki sevmediğimiz insanlar dost olamazlar mı? Hep menfaat gördüğümüz insanları arkadaş olarak sahipleniyoruz; diğerleri de potansiyel rakip ya da düşman oluyorlar gözümüzde. Aynı takımın taraftarları dost oluyor da, farklı renkden olanlara kin nefret besleniyor. Normal olan bu ise benim zekâmda eksiklik olsa gerek, böylesi insanları anlayamıyorum bir türlü.
Derin bir nefes daha çekti sigaranın acı dumanından, öksürdü; biraz yüzünü buruşturdu. Karamsar bir insan olduğunu biliyordu , bu halini seviyor değildi. Bu düşün vurgunları nedendi acaba, anlamaya çalışdığı buydu. Geleceğe karşı sadece yaşayabilme umuduna sahip olması onu üzebilecek bir sebep olamazdı. İçten içe ruhuna ısdırap veren şey, sonu gelmeyen Neden böyle oluyor sorgulamalarıydı. Ben niçin yaratıldım, bir raslantı mıydı varoluşum?..
Küskünüm diyorum, aşkın aldatan yüzüne,
Farkında mıyız? İnsanlar ne olduklarından çok, kim olduklarından çok, hep ne yaptıklarıyla hatırlanıyorlar. Kim olursan ol yaptıklarınla yargılanacak; yaptıklarınla hatırlanacaksın. Zengin olduğun; fakir olduğun; yakışıklı olduğun unutulup tarih olacak. Ama yaptıkların seni anlatmaya devam edecek.
Tarihin düşünen dehaları kendilerinden önce ortaya atılmış fikir ve düşünceleri kabul etmemişlerdir. Bu fikir ve düşünceler günlük tabiriyle "dogma" sözcüğü ile tanımlanır. "Tanrının varlığı inancı" bu kişiler için bir dogma olarak varoldu önceleri; bu yaklaşım zihinlerinde, olmayan birşey varsa aranmalı yaklaşımının canlanmasına sebep oldu. Aranmalı ve olmadığı akıl yoluyla ispatlanmalıydı!
Bedenimizi donduran soğuk geceye karşın, küçük yüreğimizin buğsu sıcaklığında demlenecek düşlerimiz. Bir sen güleceksin bir de ben. Buz kesen dudaklarımız; ıslak düşlerimizle hayat bulacak, sessiz gecenin yalnız kaldırımları kıskanacak aşkımızı. Sevdasız kalanlar anlamsız şarkılar söylüyorsunuz diyerek haset edecekler bize; biz gözlerimizin kana bulanan sahillerinde buluşurken.
Vurgun aşkım, şimdi nerelerde sabahlamaktasın? Uykusuz gecelerin yine sabahın kızgın ışıklarına varıyor mu, hala nefesinde genzini yakan sigara dumanı var mı? Ben değil ama sen beni bırakıp gittin. Yalnız kaldığım zamanlar yanıbaşımda kalbimin ılık derinlerinde benimle beraber olur, sevgiyi parayla satanlara karşı şevkatli sözlerinle küskünlüğüme şiirler okur, kor bir demir ateşiyle yürek sızımı dağlardın; şimdi sen de gittin...
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor...
Bir erkek sevdiği kadını neden kıskanır?
Dr. Irvin Yalom'um kitabı Nietzsche Ağladıgında, düşün dünyasındaki karmaşalarla kronik bir vakka haline gelen Nietzsche'nin yaşama bakış açılarını inceler. Henüz kitabı bitirenedim; ancak bugüne kadar okumak için bir kaç kez elime aldım, hep yarım kaldı. Bugün yine bu kitap gündemimde. Nasıl etsem de sonuna kadar okuyup bitirsem diye kara kara düşünüyorum.
Gün ışısa bile yüreğim karanlığa gömülü, ışığı göremiyorum. Mutluluğu unutalı çok oluyor, biraz hüzün duyuyorum mutluluğa dair. Kendimi bununla avutuyorum; o da bir nevi mutluluğun parçasıdır diye düşünüyorum: Hüzün biraz mutlu olmak demek...
Gözümüz kapalı olsa da olmasa da, biz yine de karanlık bir düşün içersinde yalan bir hayatı yaşıyoruz. Doğruların neye göre doğru olduğu konusunda bile düşünmeden kendi menfaatlerimize uygun olan eylemleri ve düşünceleri doğrudur diye değerlendiriyoruz. Ama neye göre doğru? Hangi amacın gerçekleşmesine hizmet ediyor bu doğrular?
Gülümsemek istiyorum; aynaya, kendime bakıp sen çok iyi bir insansın deyip; "Bu kadar acı çekmeyi hak etmiyorsun!" demek istiyorum. Ağlamak istiyorum, "Sen bu değilsin!" deyip; olmak istediğim insan olamadığıma kahretmek. Kimim ben?
Öyleyse süprizleri nereye saklıyoruz? Ama yine de taleplerimiz olmalı, yaşamak için birşeyler yapmalıyız. Amelie gibi suyun üzerinde taşın zıplamalarını izlemek için, önce o taşı bulmalı sonra yüreğimizdeki sevginin gücüyle o taşı suyun üzerine bırakmalıyız; hayatın üzerindeki dalgalanmaları seyredebilmek çin.
Zincirlere vurulan özgürlük elbette ölmeyi; yokluğu tercih etmekteydi. Çünkü yukarıdakilerin denetimiyle onların mutlulukları uğruna varolmak bir hiç olmakla aynı anlamı taşımaktaydı. Tanrı Evreni yaratırken toplum denilen bu karşı konulmaz gücün bir zaman sonra kendi varlığını gölgeleyebilenciğini düşünmüş olmalı ki bireysel bütünlüğü; kişisel iradeyi savunmuştu kitaplarında, biz insanların sosyal toplum denilen canavarı yaratırken.
