30 Nisan 2009

Savaşçı


















By Kayhanoviç



Yenilgiyi kabullenmemiş
bir yürek için, savaş hâlâ
devâm ediyor demektir.

Esâret altına alsanız bile,
öyle bir yüreği..

O, tel örgüler arkasında;
bir kuş olup kanatlanmanın,
hayâlini yaşatır rûhunda.

K. Mızrak

Hadi Beni Güldür Biraz - Ogün Sanlısoy

Etiketler:

29 Nisan 2009

Rüzgâr

Kendimizi, rüzgârın kaderine bıraktığımız zamanlar olur. Kendi kaderimizi es geçer, ve rüzgâra boyun eğeriz öyle zamanlarda. Onun insafına bırakırız umut adına ne varsa bağımızda, bağrımızda.

Her şey güzel başlar, ya da öyle görmek isteriz.

Gel zaman git zaman, an gelir rüzgârın keyfi kaçar, ve salar bizi gökten aşağıya vefa duymadan. Rüzgâr ile dans, böyledir işte: Ne geldiğimiz yeri biliriz artık, ne de gideceğimiz yeri.

28 Nisan 2009

Çocuk

Hüzünlü Papatyalar
Uploaded by Bahar Yağmuru
Kendimden utanır oldum şu günlerde, yapma dediğim o kadar çok şeyi yapıyorum ki. Biliyorum, içimdeki çocuk yaşasın diye hepsi.

Dışarıdaki hayat, onun yaşamasına izin verecek kadar anlayışlı değil çünkü. O diyor, ben yapıyorum.

Peki.. ben desem, o yapsa.

&

Vurdum duymaz olmalı, umursamaz, ve acımasız. Yapma diyor bana çocuk, öyle bir insan olma. Ben de ona yapmalısın diyorum, olmalısın. İşte kavgam bundan ibaret aslında. Evet, büyük bir kavgam yokmuş meğersem.

Küçük de sayılmaz ki, ama..

Hayat Bayram Olsa - Şenay

Etiketler:

27 Nisan 2009

Koş.

26 Nisan 2009

Sev Kardeşim - Şenay

Etiketler:

24 Nisan 2009

Cemâl Aynası

Bugün çok sevdiğim, ama sevgimi belli etmediğim bir arkadaşımı gördüm dolmuşta.

Neredeyse iki sene olmuştu görmeyeli. Yüzü gülen bir arkadaşım o. Benim suratım hep asıktır ya, onu görünce, beni de alır bir tebessüm.

Temiz aynalara baktığımızda, kendimizi ap açık görürüz karşımızda. Ben de bu arkadaşımın cemâl aynasına baktığımda, onun temizliğinde, kendi sîneme açılan bir kapı görüyorum; yüzüm gülüyor.

Elhamdülillah diyorum.

Allah'ım.. etrafımdan böyle güzel insanları eksik etme, onlara baktıkça, kendi güzelliklerime şâhid olayım.

23 Nisan 2009

Kur'an-ı Kerîm Tilâveti

Etiketler:

22 Nisan 2009

Mâlik

Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelâl'in memlûküsün. Öyle ise sen, kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme; çünki hayatı veren odur, idare eden de odur.

Hem dünya sahibsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme; çünki onun sahibi Hakîm'dir, Alîm'dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.

Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcûdât, başı boş değilller; belki vazifedâr memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm'in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm'inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme.

Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm'in elindedirler. O Hakîm'dir, abes iş yapmaz. Rahîm'dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.

Risale-i Nûr .: Sözler .: 32. Söz

Mâlik: Mülkün sahibi.
Kadîr: Kudretli, güçlü.
Zülcelâl: Büyüklük sahibi.
Memlûk: Köle.
Ehvâl: Korkular.
Alîm: Sonsuz ilim sahibi.
Fuzûlî: Gereksiz, fazlalık.
Âlâm: Elemler, acılar.
Tâun: Veba, salgın hastalık.
Kaht: Kıtlık.

Enâniyet

Ne denli bir enâniyet,
bürümüş gözlerimizi.

Kendimizi görmekten,
göremiyoruz gerçeği.

M.K.M.

21 Nisan 2009

Elhamdülillah.

18 Nisan 2009

Veyl

Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder; refikasını hayat-ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur.

Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp “Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diye takvâya girer.

Veyl o erkeğe ki, saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer. Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî kocasını taklit etmez, o mübarek ebedî arkadaşını kaybeder.

Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını ve sefahetini taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar.

Risale-i Nûr .: Lem'alar .: 24. Lem'a

Veyl: Vay hâline, yazık.
Refika: Eş, arkadaş.
Mütedeyyin: Dinli, dindar.
Müttakî: Günahtan çekinen, takva sahibi.
Zevc: Eş, koca. Zevce: Eş, karı.
Fısk: Haktan sapma, sınırı aşma, doğru yoldan şaşma.
Sefahet: Kıt akıllılık, düşüncesizlik, günahlara düşkünlük.

Gül Açan Diken

Bazen, seyretmek gerekiyormuş.

Acaba demek lâzım geliyormuş: Rabbim, benim hakkımda neyi takdir etti diyerek beklemesi icâb ediyormuş; öyle ki, O'nun yaptığı hiç bir iş lüzûmsuz değilmiş.

Güneş, ve ay onun emrindeyken.. bize düşen, tevâzuymuş. Secdeye varan bir abd, acizliğini kabul ediyormuş ya; işte, öyle bir şeymiş. Kul, ilahî kudretin tecellisine muhatabmış.

Daha ne olsunmuş.

Dikeni veren, gülü de vermiştir çünkü. Gül dikensiz, diken gülsüz olur mu ? Rabbil âlemin, ikrâmını hiç keremsiz verir mi ! Öyleyse, düşün.. eline diken battı diye, güle yüz çevirme.

Diken, gül açmış diye düşün.

Allah'ın (c.c.) kelâmıyla: Şüphesiz, her zorlukta bir kolaylık vardır de. Fe inne maal usri, yusrâ. İnne maal usri, yusrâ. Fe izâ feragte, fensab. Ve ilâ rabbike, fergab.

İlâ rabbike !

17 Nisan 2009

Tavsiye

Bir baba evlenmek üzere olan oğluna tavsiyelerde bulunuyormuş: “Son tavsiyemi mutfakta anlatmak istiyorum..” demiş. Mutfağı, ve yemek yapmayı bilmeyen delikanlı “Olur..” demiş çekine çekine.

Baba, ocağa aynı büyüklükte üç kap koymuş. Hepsini suyla doldurup üçünün de altını yakmış. “Şimdi, istediğim her şeyden iki tane vereceksin bana..” demiş oğluna. Sırasıyla havuç, yumurta ve kavrulmamış kahve çekirdeği istemiş. Oğlu, hepsinden ikişer tane vermiş babasına.

Adam iki havucu birinci kaba, iki yumurtayı ikinci kaba, ve iki kavrulmamış kahve çekirdeğini üçüncü kaba koymuş. Her üçünü de yirmi dakika süreyle kaynatmış. Daha sonra kapları indirip yemek masasına buyur etmiş oğlunu.

Yemek masasında üç tabak duruyormuş. Kaplarda kaynayan havuçları, yumurtaları, ve kahve çekirdeklerini büyük bir özenle tabaklara yerleştirmiş. Sonra oğluna dönüp sormuş: “Ne görüyorsun?”

Oğlu düşünürken açıklamaya başlamış. “Havuçlar haşlandıkça aslını kaybedip yumuşamış. Yumurtalar görünüşte baştaki gibi sert duruyorlar ama içleri katılaşmış. Kahve taneleri ise olduğu gibi duruyor, başta neyseler sonunda da öyleler..”

Sonra, tavsiyesine sıra gelmiş. “Evlilikte aşk ve şefkat birlikte olmalıdır. Aşksız bir evlilikte her iki eş de şu gördüğün havuçlar gibi birbirlerini tüketirler, eskitirler, pörsütürler.

Şefkatsiz bir evlilikte ise eşler birbirlerine ne kadar tahammül etseler de.. şu gördüğün yumurtalar gibi içten içe katılaşırlar, birbirlerinden uzaklaşırlar.

Aşkın da, şefkatin de olduğu bir evlilikte ise.. şartlar ne olursa olsun eşler tıpkı şu kahve taneleri gibi birbirlerinin yanında kalırlar, kendi kişiliklerini yitirmezler. Kahve tanelerinin tekrar kaynatılmaya hazır olmaları gibi, onlar da birbirleriyle baş başa uzun yıllar geçirmeye isteklidirler.”

Oğlu aldığı bu dersten tatmin olmuşa benziyordu. “Asıl ders bu değil..” dedi baba. Oğlunun elinden tuttu, ocağın üzerinde bıraktığı kapların içinde kalan suları gösterdi.

“Havuçlardan ve yumurtalardan arta kalan suya bak, ikisinde de bir tat yok.” Kahve çekirdeklerini çıkardığı kaptaki suyu yavaşça bir fincana boşalttı, mis gibi taze kahve kokuyordu. Fincanı oğluna uzattı. “İçmek istersin herhalde..” dedi.

Oğlu kahvesini yudumlarken konuşmasını sürdürdü. “Kahve çekirdekleri gibi birbirlerini tüketmeyen eşlerin paylaştığı yuva da işte böyle olur, mis gibi temiz ve huzur verici. Başka herkesin fincanına koyup yudumlayacağı taze kahve gibi..

Çünkü onlar birbirlerini harcamayarak, birbirlerine aşkla ve şefkatle davranarak hayata kendi tatlarını, kokularını, ve renklerini katmayı başarırlar.”

.: Alıntı .:

15 Nisan 2009

Rüyâ

Dün gece yıldızlar doldu odamıza. Uyandıramadım seni, çok derin bir uykudaydın sanki. Belki mutluydun.. öyle güzel bir rüya görüyordun ki, uyandırmak istemedim seni. Yıldızlara dokundum dün gece ben, sen de dokun istedim, ama uyandıramadım seni. Kıyamadım sana, Alice olmuştun sen, mışıl mışıl uyuyordun. Yıldızlar dolmuştu odamıza. Perdeyi araladım, pencereyi de açtım.. dışarı çıkardım onları bir bir.. Kıskandım seni, odamıza yıldızlar dolamazdı sen varken. Hele de sen uyuyorken, asla dolamazlardı. Bir kaç nefesten sonra ben de uyumuşum, uzun kulaklı bir tavşan olmuşum. Beraber koşuyorduk artık kırlarda. Uyanmak istemedim hiç..

12 Nisan 2009

Havf

Sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir, bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcih et ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun.

Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun. Evet Hâlık-ı Zülcelâl'inden havf etmek, O'nun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; O'nun rahmetinin kucağına atar.

Risale-i Nûr .: Sözler .: 24. Söz

Hafv: Korku
Havfullah: Allah korkusu.
Tahkir: Hakaret etme, aşağılama.
Refakat: Eşlik etme, arkadaşlık.
Müfarakât: Ayrılık, ayrılmak.
Tevcih: Yöneltme.
Tezellül: Zillete düşme, alçalma.
Zülcelâl: Büyüklük sahibi.

10 Nisan 2009

Hayat

Hayat gülmekmiş, ağlamakmış.
Sevmekmiş hayat, özlemekmiş.

Küsmekmiş, barışmakmış.
Kaçmakmış, kovalamakmış.

Doğmakmış hiç ummadığın bir anda.
Öldüm, bittim, eridim demekmiş.

Gel demekmiş, gitme demekmiş.
Gitmekmiş, gelmemekmiş daha.

Özlediğini unutmakmış.
Unutulmakmış bir o kadar.

Hayat, bazen kazanmakmış.
Ve, kaybetmekmiş bulduğunu.

Aramakmış, kaybettiğini.
Bulamamakmış sonra.

Umut etmekmiş, boşuna.
Umutlarını yitirmekmiş.

Yağmur olup yağmakmış.
Şimşek olup çakmakmış.

Bir gök kuşağını görünce,
ben de istiyorum demekmiş.

Kelebek olup uçmakmış.
Papatya misâli açmakmış.

Diş ağrısıymış hayat,
biraz mi'de yanması,
biraz da yürek sancısıymış.

Hayatmış bu !

Düşmek de varmış, kalkmak da.
Koşmak da varmış, koşup durmak da.

Hayatın, yedi rengi varmış.
En güzeli de kırmızıymış.

Hayatmış bu..

Bugün varmışsın, yarın yokmuşsun.

Ne oldum demeyecekmişsin,
ne olacağım diyecekmişsin bir de.

Aydınlık gündüzleri varmış hayatın,
gam dolu karanlık gecelerine inat.

Sevinçleri varmış çokça,
hüzünleri olduğu kadar.

Hepsi de bizim içinmiş.

Ama, hepsi de !

M. Kâzım Mızrak

7 Nisan 2009

Ben, böyle olmamalıydım..

Etiketler:

4 Nisan 2009

Eller var.

Karıştırıcıdır. Her şeyi karıştırır. Münasebetsiz ellerdir bu eller. Olur olmaz yere sokulur. Girmemesi gereken yerlere girer. Karıştırıcı eller, pislikten kurtulmaz. Çünkü karıştırma aşkı her şeyi kapsadığı için, bunlar arasına pislik de girer. Bu tür eller bulaştığı pisliğin faturasını kendi karıştırıcılığına kesmez. "Oralarda ne arıyordun?" diyene, "Öyle her şeyi ve her yeri karıştırırsan, boyuna kadar necasete batarsın" diyene söyleyecek bir sözü yoktur.

Eller var.

Düzenleyici ve düzelticidir. Çapak gördüğü göze yumruk olmaz. Kimseye hissettirmeden, bir ana şefkatiyle o çapağı alır. Yüzün ve gözün güzelliğini çapağa feda etmez. Değdiğini bozmaz, düzeltir. Düzelteceğim diye "düz" hatta "dümdüz" etmez. Çünkü bu eller, amuda kalkıp da dünyayı düzeltme iddiasına soyunan "ters"lerin elleri değildir.

Eller var.

Hiçbir taşın altına girmeye yanaşmaz. Nice taşlar, kayalar, dağlar kaldırılır. O pamuk eller arazi olmuş, ortalardan tüymüştür. Ara ki bulasın. Israrla o elleri arar gözleriniz, ama yok. Sıkıntıya gelemez pamuk eller. Fakat dağlar gibi taşları taşımaktan yorgun ve bitap düştüğü için ayağı sürçenleri, tökezleyenleri görmeye görsün bu eller. Hemen ovuşturma vaziyetine girerler. Utanmadan yakasına sarılır, tokatlamaya yeltenirler. Utanmaz eller. Taşın altına sokmaya gelince toz olan bu eller, yakaya sarılmaya gelince aslanpençesi kesilir. Kırılası eller o eller.

Eller var.

Pamuk değil, nasır tutmuştur. Neden olacak? Elbet, her yarım kalmış yükün altına girdiği için. Her hayırlı teşebbüsün ucundan tuttuğu için. Her yükü ağıra el atığı için. Her yolda kalmışın kolundan tutup kaldırdığı için. Her dermanı tükenmişe derman kattığı için. Öpülesi eller o eller.

Eller var.

Vuracağı yeri bilmez, duracağı yeri bilmez. Kabarmış bir koltuğun elleridir bunlar. Sürekli tokat halinde gezer. Hiçbir şey bulamazsa, havayı tokatlar, suya yumruk atar. El ele vermişler zincirine girip, diğer ellerle birleşmez bu eller. Aksine birleşmiş elleri çözüp ayırır, kırıp koparır. Kırıp koparacağı başkalarının eli tükenirse, bu kez kendi ikizine yönelir; onu kırar, ona vurur.

Eller var.

Vuracağı yeri de bilir, duracağı yeri de. Dostu da tanır, düşmanı da. Yalnız dosta değil, düşmana bile rahmettir o eller. Yara sarar, ayıp örter. Bir ananın elleri gibi, okşayacak yetim, yaşını silecek öksüz, sıvazlayacak kırık yürek arar. Yıkılmışları yapar, dağılmışları toplar, yarımı tamamlar, tamamı kucaklar, ayrılanı birleştirir, birleşeni sıklaştırır.

Eller var.

Her önüne gelenden bir şeyler ister. Hiç işe girişmez, hep beleşe girişir. Sürekli istemek için açılır. Almaya bayılır, vermekten nefret eder. Bu ellerin bildiği tek dua "Rabbena hep bana"dır. Böyle elleri bin kez de doldursanız, bin birinciyi ister. Hepsini de kendi cebine boşaltır. Başka elleri de görmek gibi bir derdi yoktur. Bencil eller bu eller.

Eller var.

Hep almaz, ama hep verir. İddialı değildir, fakat kararlıdır. O elleri herkes ortalarda görmez. Muhatabının gözüne sokulmaz. Alkışı hak edeni alkışlamaktan çekinmez, fakat kendisi alkış istemez. Verirken görünmemek için köşe bucak saklanır. O eller, bir Allah'tan ister, başkasından istemektense taş kesilmeyi tercih eder. Fedakâr eller o eller.

Eller var.

Sürekli bedduaya durur. Bedduaya duran, su-i zanna ayarlı, kara yüreklere bağlı eller bunlar. Armudun sapı der, beddua eder. Üzümün çöpü der, beddua eder. Kusursuz kadı kızı arar, fakat kendisi pür-taksirdir. Herkese beddua için açılan bu uğursuz eller, herkesin ellerinin kendisi için duaya kalkmasını bekler. Bunu bulamadığında da yumruk olur, sağa sola saldırır. Haddini bilmez, kadir bilmez eller.

Eller var.

Sürekli duâya durur. Peygamberlerin ellerinden bir hisse kapmıştır. Dostlarına değil sade, düşmanlarına bile duâya durur. Sevdiği güllerin dikenleri tarafından kanatılınca, gülü kökünden sökmeye kalkışmak gibi bir cinayet işlemez bu eller. Aksine, gülünü sevdiği için, kendini kanatsa da, dikenini de sever. İçinde hayır olan bir yüreğe bağlı eller bunlar. İçinde umut ve sevgi olan bir yüreğe bağlı eller…

Ellerinize bakın, kendinizi tanıyın! Zira onlar, sizin aynanızdır.

Allah'ım! Ellerimizi bırakma!

Mustafa İslamoğlu