8 Mart 2010

Ayları Geçti Ayrılık

yaprak, leaf

















By Madrup

18 Yorum:

Anonymous BIH dedi ki...

Vakit hayattır. Zamana kıyan kendisine kıyar. Kendi vaktinizi öldürmeye bile hakkınız yokken başkasının vaktinin katili olmaya nasıl hakkınız olabilir? Vakit, ibadetlerin imamesi olan namazın şartlarından biridir. Her namaz vakti Allah'ın verdiği bir randevudur. Bununla Rabbimiz bize zaman şuuru kazandırmaktadır. Zaman şuuru, zamanın farkında olmak, onun değerini bilmek ve israf etmemek, onu yerli yerinde kullanmaktır. Zaman, insana verilen en kıymetli "rızık"tır. Her rızık gibi mahduttur ve hesabı sorulacaktır.

Mustafa İslamoğlu







resmi görünce aklıma düştüler paylaşmadan edemedim ..

10 Mart 2010 00:23  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

Öncelikle gecenin bir vakti şu sinir bozucu harf doğrulamaya rağmen bir yorum yazma zahmetinde bulunduğunuz için size teşekkür ederim.

Mustafa İslamoğlu'na karşı sevgimiz muhabbetimiz ayrı bir konu olsa da, ondan cümleler dermiş olmanız da ayrı bir teşekkür sebebi. Ki, bize güzel şeyleri hatırlatmışsınız. Namaz gibi, ezân gibi, abdest gibi.

Yorumunuz ise kısa olmuş, keşke biraz daha uzun yazılabilseymiş. Demek zaman bu kadar önemli için, bunu da anlamış oluyoruz böylelikle :)

Ancak ben bir müziplik yapıp size uzun mu uzun bir hikaye anlatmak istiyorum.

Tahmin ediyorum ki hikayeyi okumaya başlamanız, onu bitirmek anlamana gelicek. Çünkü ben ne uzun bir yazı derken, sonuna kadar keyifle okuduğumu anımsıyorum.

Değerli vaktinizi çalarsam beni affetmeyebilirsiniz :) Hikayenin tüm hakları da ne yazık ki bana ait değil. Şurada buldum onu :)

10 Mart 2010 09:38  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

Bir Hikâye
Sevgi Üzerine

Genç kız nihâyet uyanmıştı. Tüm gece boyunca uyumuştu. Gözlerini ovuşturdu. Elbiselerini düzeltti. Şaşkındı.

- Neredeyim ben? Siz kimsiniz? * Demek dün gece neler olduğunu hatırlamıyorsun?

- Çok içtiğimi hatırlıyorum o kadar... * Evet, kapıyı sana açtığımda çok sarhoştun gerçekten. Kapıyı açar açmaz bana ilk söylediğin söz suydu: "Ben Tanrı’nın hediyesiyim"

Genç kız bu söz karşısında utancını gizleyemiyordu. Bir şeyler söylemek istiyor ama nereden başlayacağını da bilemiyordu. Şaşkınlığını biraz olsun gizlemek için: - Peki ya sonra? dedi. * İşin doğrusu ben Tanrı’dan böyle bir hediye beklemiyordum. Şaşırdım bir an. Gerçeği arayan birisine senin gibi bir serabın gösterilmesi doğal gelmedi bana. Ben bunları düşünürken sen de şu anda yattığın yerde sızıp kaldın zâten.

- Dün geceden beri yerde mi yatıyordum? Diye sordu şaşkınlıkla. * Evet, düşüp sızdığın yerden kaldırmadım. Biliyorsun seraba dokunulmaz. Bütün gece Tanrı’nın seni almasını bekledim. Ama görüyorsun ki hâlâ gelmedi. Sahi söyler misin, sen hangi Tanrı’nın hediyesisin böyle?

...

10 Mart 2010 09:39  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

Ferda sitem dolu bir utangaçlıkla: - Lütfen benimle alay etmeyin, dedi. * Alay etmiyorum. Sadece seni anlamaya çalışıyorum. İstersen önce sana bir kahve yapayım da kendine gel.

Kemal kahveleri getirdiğinde Ferda biraz olsun kendine gelmişti. Üzerindeki yabancılığı atmaya, doğal olmaya çalışıyordu.

- Benim adim Ferda. İki sokak ilerideki sitelerde oturuyorum. Dün geçe için özür dilerim. Arkadaşlarla yaşadığım bir çılgınlıktı o kadar. Çok utanıyorum.

- Ben de Kemal. Bu evde tek başıma yaşıyorum. (Bir an duraksadı Kemal). Senin hakkında ne düşündüğümü merak ediyorsun değil mi?

- Biraz öyle... * Hiç... Hiçbir şey düşünmedim.

- Neden? * Özel olarak hiçbir insan üzerinde düşünmem pek.

- Gecenin yarısında kapını çalıp evinde yatan bir kız hakkında bile mi? * Evet...

- Çok garip bir insansın. Kemal sustu... Ve sonra * Söylesene maskeli bir baloda insanların gerçek yüzlerini tanımak mümkün müdür sence?

- Tabii ki değil. * İste şu toplumda gördüğün birçok insan ve sen... Hepiniz maskelerinizle yaşıyorsunuz. Şu toplum maskeli bir balodan farksızdır bence. Hem de zamana, kişilere ve olaylara göre her an değişen maskelerin kullanıldığı bir balo... Bu yüzden pek anlamlı gelmiyor bana insanlar üzerinde düşünmek.

- Kendini soyutluyorsun insanlardan. * Öyle de denebilir. Zaten toplum ferdin en büyük düşmanıdır bence. Bu yüzden insanlardan hiçbir şey almamayı yeğliyorum. Buna rağmen her şeyimi vermeye de hazırım onlara.

— İnsanların sevgisini de reddeder misin, örneğin? * En başta onu. Bugünün sahte sevgileri bir insanin kalbini yaralamak için seçilen en tehlikeli yoldur.

- Ama insan hiç sevilmeden yasayamaz ki... * Bunda yanılıyorsun. İnsan sanıldığının aksine sevilerek değil severek yasar. İnsan sevilmek ihtiyacında olan zayıf bir varlık değildir. Kısacası sorun bence sevilmek değil sevmektir.

- Sevdiğin halde sevilmiyorsan? * Sevilmek senin sorunun değil onun sorunu. Bence sevmek bir insani kendi içinde hissetmendir. Sevilmek ise kendini bir insanın içinde hissetmen. Anlayabiliyor musun? Sevmek seni zenginleştirir, sevilmek değil. Bunu evreni kapsayacak şekilde de düşünebilirsin.

- Nasıl yani? * Evrensel anlamda sevmek kâinatı kendinde seyretmek, sevilmek ise kendini kâinatta seyretmektir.

...

10 Mart 2010 09:41  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

Ferda’nın kafası karışmıştı, hiç bu kadar derinlemesine düşünmemişti sevgi üzerine.

Bunu fark eden Kemal: * Bunları bir anda anlamak sana güç gelebilir. Ama biraz düşünürsen umarım anlayabilirsin. Şunu unutma ki insanlık bugün ikinci taş devrini yaşıyor. Birinci taş devrinde insanlar yumuşacıktı. Sevgi sayesinde her şey yumuşacıktı. Sadece evleri ve aletleri taştandı. Simdi ise her şeyimiz yumuşacık, yüreklerimiz taş gibi. Hatta taştan da katı. Çünkü öyle taşlar vardır, üzerlerinde otlar yetişir ve öyleleri de vardır ki...

Kemal'in gözleri nemlendi bunları söylerken. Yılların acılarını, ihanetlerini, burukluklarını kelimelere döküyordu aslında. Ağlamaklı bir hale dönüşüyordu sesi kesik kesik... Uzun bir sessizlik oldu. Bütün bir hayat şeridi geçti Ferda’nın gözleri önünden. Eğer Kemal'in anlattıkları doğruysa sevgi hiç olmamıştı hayatında. Bir anda gözleri duvarda bir çerçeve olan mısralara takıldı:

"Donuk sevgiler çağındayız. Sıcak sevgiler cehennemde yanıyor. Sevgi... Yaşanmayacak kadar güzel, fark edilmeyecek kadar sade, duyulmayacak kadar doğaldır."

...

10 Mart 2010 09:44  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

Kemal duvarda ağlayan bir çocuk portesi gösterdi Ferda'ya: * Biliyor musun bir çocuğa verilecek en değerli besin şefkattir. Ve de cesaret. Bunlar öyle hassas bir dengeye sahiptir ki, denge bozuldu mu iste şu insanları görürsün karşında... Şefkat ve cesaret kurbanları... Kimileri aşırı şefkatin yanında cesaretsiz büyütülürler. Bu insanlar küçücük bir dünya kurmak isterler kendilerine. Güçsüzdür bu insanlar, kolayca kırılırlar. Dünya çok acımasızdır böylelerine göre... Kendilerini sevecek birilerini ararlar hep. O kadar yoğunlaşırlar ki bazen şiddetli bir arzuyla birine doğru akmak isterler. Cesurca sevemezler. Cesareti öğrenememiştir bu insanlar. Öte yandan da cesur insanlar... Dünyayı bile devirebilirler. Ama basit bir sevgi oyunuyla kolayca yıkılıverirler. Dünyayı titretecek cesareti taşıyan bu insanlar kalplerine dokunan bir parmakla diz üstü çöküverirler yere. Ve şu sözleri duyar gibi olursun onlardan: "Dağ düştü üstümüze yıkılmadık, ama İnsan değdi tenimize. Acısı yıktı bizi...!" Cesaret onları o kadar sertleştirmiştir ki sevdikleri insanı kolları ile kalpleri arasında neredeyse öldürür.

Kemal sustu birden. Ferda bir şeylerin olduğunu hissetmişti. Çözmek istiyordu Kemal'i.

- Niye sustun? * Bana ne şefkati öğrettiler nede cesareti.

- Ama tüm bunları biliyorsun sen? * Nasıl olduğunu merak ediyorsun değil mi, anlatayım. Bir an durdu sonra: * İnsanların nefretinden sevgiyi, ihanetlerinden sadakati, korkaklıklarından cesareti öğrendim.

- İnsanlar bu kadar acımasız mı? Gerçekten seven insanlar yok mu hiç? * Bırak sevgilerini gülmeleri bile doğal değil onların. Seni senin için değil kendileri için severler. O kadar iyi o kadar güzel ve o kadar haince severler ki hayran olmamak elde değil biliyor musun? Sevgi ve ihaneti sanatsal bir uyarlamayla o kadar güzel sahneye koyarlar ki son sahnede öleceğini bile bile seyredersin oyunu. Mükemmel bir katildir onlar. Seve seve öldürürler seni. Dudaklarından sevgi sözcükleri yükselir. Yapacağın tek şey gözlerini kapatıp sevgi atmosferi içinde sevgi sözcüklerinin sağanak yağmuru altında ölümü beklemendir. Anlıyor musun?

- Sen sevilmekten korkuyorsun * Belki...

- Neden? * Neden mi? Ben her insani kalbime misafir edebilirim, sevebilirim yani. Kalbimden eminim çünkü. Sevdiğim insani rahatsız edecek hiçbir şey yok kalbimde. Ama kimsenin kalbine girmek istemem. Çünkü bilmiyorum nelerle karşılaşacağımı. Bilmiyorum hangi tuzaklar bekliyor beni. Ve bilmiyorum o insan bunlardan haberdar mı?

- Fikirlerimi alt üst ettin. Her şey karıştı. Sevmek sevilmek, nefret sevgi... Hatta şu ana kadar gerçekten yaşayıp yaşamadığımı düşünüyorum. * Aslında sana anlattığım her şeyi kendinde bulabilirsin.

- Nasıl? * Kendini tanıyarak... Yalnız kaldığın anlarda...

- Yalnızlıktan kaçmışımdır hep... * Yalnızlıktan kaçmak kendinden kaçmaktır. Bir düşünsene, doğarken de yalnızsın, ölürken de. O halde yaşarken yalnızlıktan kaçmak anlamsız değil mi?

- Yalnızlıkta insan ne bulabilir ki sıkıntı ve boşluktan başka? * Kendini gerçekten tanıyabilseydin uzaydaki derinlikten daha derin bir iç uzayın olduğunu görebilirdin. Bizler ruhumuzu öldürüyor sonra başına geçip ağıt yakıyoruz... Benliğindeki zenginliği fark etseydin dünyada ikinci bir insan aramazdın biliyor musun?

- Anlamadım! * Dünyada bir tek kişi vardır aslında. O bir tek kişinin içinde beş milyar insan.

- Benliğim bu kadar kalabalık mı? * Evet. Benliğin tüm varlığın merkezidir. Tüm acılar ve sevinçler yüreğinde gizlidir senin. Ölenleri yüreğine gömdüğün gibi doğacak çocuğun kalbi de senin içinde atar. Hem acıyı hem sevinci yaşarsın iç içe, yan yana... Hatta o kadar acı çekersin ki, acı acı olmaktan çıkar...

- Sözlerin çok karışık. * Belki haklısın bu konuda. Bazı insanlar başlı başına paradokstur. Düşünceleri de öyle. İnsanlar paradoksal düşünmeye alışık değiller. Bu yüzden anlaşılmıyoruz.

...

10 Mart 2010 09:44  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

Zaman bir hayli ilerlemişti. Ferda izin istedi. Zihni o kadar dağılmıştı ki hiçbir şey söylemeden çıktı evden. Bütün gece boyunca Kemal''n sözleri ile uğraştı Ferda. Bazen onu anladığını düşünüyor, bazen saçmaladığına karar veriyordu. Her şeye rağmen hayranlık duyuyordu ona. Ara sıra arkadaşlarına anlatmak istiyordu onu. Ama kimsenin anlamayacağından emindi. Günler geçiyor, yüreğinde Kemal'e, karsı konulmaz bir sevgi taşıdığını hissediyordu Ferda. Her geçen gün biraz daha büyüyordu sevgisi. Aylar geçmiş ama bir türlü ona gitmeye karar verememişti. Çekiniyordu. İnsanlardan bu kadar uzak biri onun gibi deli dolu bir kızı ciddiye alır miydi? "Hiç kimse sevgiyle dirilmeyecek kadar ölmüş değildir hiçbir zaman". Evet, bu söz de onun değil miydi? Nihayet karar verdi Ferda. Gitmeli ve ona sevdiğini söylemeliydi. Ferda Kemal'in evine gittiğinde büyük bir şaşkınlık geçirdi. Evde kimse yoktu, taşınmıştı...

Evin bekçisi yaklaştı Ferda'ya: * Kızım, adınızı öğrenebilir miyim?

- Adım Ferda, Kemal Bey taşındı mı? * Evet kızım, taşındı. Ve kimseye söylemedi nereye gittiğini, bana bile. Bir mektup bıraktı sana. Gelirse verirsin dedi.

Ferda mektubu aldı. Tereddütlü adımlarla evine gitti. Yıkılmıştı. Derin bir boşluk hissetti yüreğinde. Birden ümitle doldu yüreği. Belki de onu yanına çağırıyordu. Sabırsızlıkla mektubu açtı.

...

10 Mart 2010 09:45  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

"Ey sevgili.. Seni sevip sevmediğimi söylemeyeceğim. Ama sevgiyi öğretebildim sana sanırım (ne kadar öğretilebiliyorsa). Dilerim kalbine kalbimden verdiğim şey yüreğinde yeşerip meyve verir. Böylece ne sen bende kaybolacaksın, ne de ben sende. Sen beni kendinde, ben seni kendimde bulmuş olacağım. O zaman hiç ayrılmayacağız.

Sakın sevgimle seni tuzağa düşürdüğümü sanma. Sevgi hayatın hem çekirdeği hem de meyvesidir. Bir ağaç, meyvesiyle seni kendine çağırıyorsa bu bir aldatma sayılmaz. Unutma ki ağaç meyvesine çağırır, kendisine değil.

Ey sevgili.. Sen bir sığınak arıyorsun ama ben durulmaz bir fırtınayım. Sen kendinin sakini olmak istiyorsun ama ben evrenin sakini olmak istiyorum. Sen olmayacak bir barışı arıyorsun. Bense tüm kötülüklerle savaşmak istiyorum. Sen küçücük bir çocuksun. Ama ben küçükken çok büyüdüm. Sen dünyadan kopup yıldızlara sığınmak istiyorsun. Bense kendimi yeryüzüne karşı sorumlu tutuyorum. Sen bir ağacın gölgesine sığınıp yaşamak istiyorsun. Bense ülkemi arıyorum. Yolları aydınlık, insanları ümitli ve huzur dolu olan bir ülke. Sen bende kaybolmak istiyorsun ama ben seni kaybetmek istemiyorum. Sen susuyorsun, bense haykırıyorum.

Sakın unutma: Kalbim paylaşılamayacak kadar senindir. Seninle bile. Ama bilmiyorum, sen bu kadar bende misin?"

10 Mart 2010 09:48  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

Hikâyemiz burada bitiyor (:

Arkası yok :)

Esrarengiz bir son değil mi.!

Hadi yaa bu kadar da olmaz dedirten sahneler de yok değil hikâyede, Türk filmi gibi yâni. Adı üzerinde hikâye bu, o kadar da olsun diyelim :)

Yine de her bakımdan içeriğiyle okunmaya ve üzerinde düşünmeye değer buluyorum hikâyeyi.

Belki bu küçük hikâye, fotoğrafta görünen ve iki farklı kalbi temsil eden iki ayrı sarmaşık yaprağının neden ayrıldıklarını anlamamızı sağlar.

Ya da aslında ayrılamadıklarını.!?

Namaz'a gelince..

Hatırlatmada bulunduğunuz için duâlarımızda olacaksınız inşâ Allah.

10 Mart 2010 10:01  
Anonymous Adsız dedi ki...

yeter........!

10 Mart 2010 10:12  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

@

"yeter........!" ne demek Adsız?

10 Mart 2010 10:50  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

@

Adsız, ben senin yanındayım. Düşünebildiğin kadar yakın hem de. Sen beni düşünmez isen, burada olsam dahi bir anlamı yok. Oysa burada olmasam, ama sen beni hatırlasan, işte o kadar yanında olmaz mıyım.! Bu hikâye bizim için de güzel bir örnek olmuş diyorum, ne dersin :)

10 Mart 2010 11:02  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

@ Adsız

Sana az önce sorduğum "Ne demek?" sorusunu da unut olur mu, ben seni anladım anlıyorum. Böyle zamanlarda susmak en iyisidir, yorma kendini ;)

10 Mart 2010 11:10  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

@ Adsız

Biliyormusun, Kemal'in bahsetttiği insanlardan olmaya korkuyorum.

Sevgi kelimesinin hakkı ucuz olmamalı, sevince sevmeli. Lâyık olduğu gibi sevemeyecekse insan korkmalı. Ben de korkuyorum aslında. Seviyorum demeye, yanındayım demeye.

Sevgi Kemal'in tarif ettiği gibi bir şey sanırım. Gözle görmek, elle dokunmak değil yâni. Diyor ya hani, "Ben seni kaybetmek istemiyorum". Ölüm ki insanları birbirinden ayırıyor, ölümün ardından gelen unutuş ise sevgiyi de koparıyor kalplerden.

Kemal'in son celsede tarif ettiği sevgiyi anlamak lâzım. Sevgi deyince aynı şeyler mi aklımıza geliyor acaba.!? Fırtınalı ve yağmurlu bir günde cadde üzerinde yalnız başına yürürken, yüreğinde açan güneşin sıcaklığına sarılmak mı sevgi senin için de.!

O halde üzülme... Bizim yüreğimiz demek ki çok büyük. Dışarıdaki yalnızlığı bitirecek kadar.

10 Mart 2010 11:53  
Anonymous BIH dedi ki...

Sevgili Mızrak,
Hikayeyi okuyamadım ama bu gece inşallah okuyacağım belirteyim istedim ehh malumunuz yoğunuz.

12 Mart 2010 21:33  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

@ Sevgili BIH, düşünceli kibar ve nâzik gördüm sizi. Maâşallah. Ben de bunun üzerine üşenmeyip bir hikâye daha yazdım size, bunu da yarın bir gün okursunuz olmaz mı!? Yatmadan önce okunması makbuldür, uyku getirmesi hasebiyle.

Bir Hikâye Daha
Satın Alınan İnsanlık

Benim hikâyem bu :)

Az önce geldim eve, Safranbolu'da işlerim vardı. Arabadan indim, kapılara baktım açık bırakmışmıyım diye. Bende bir huydur, evden çıkarken de kapıyı çeksem dahi şöyle bir iterim. Neyse, konu bu değil.

Tam o sırada adamın birini gördüm. Bana doğru yaklaştı yavaş yavaş, elini uzattı. Bir şey söylemek istiyordu. Elini sıktım. Bira kokusu geliyordu burnuma. Buna rağmen adamın ayık kafalı olduğu konuşmasından anlaşılıyordu.

Üzüldüm hâline. Üstü başı dökülüyordu neredeyse, dişleri ise sararmış kararmıştı. Gülümsedi, duâ etti bana kısık bir sesle.

Gece gece ikramiyeyi bulmuştum işte. O saate, o dakikaya öyle bir denk gelmişim ki; Rahmetullah bu ikramiyeyi tam ayağıma dolaştırmıştı. Kâzım dedim, kırma şu fakirin kalbini.

Bir ara ne söyleyeceğini unutmuşcasına duraksadı, açım dedi sonra sanki unuttuğu şeyi bulmuşcasına. Ben sana para vereyim ama, sen gider içki alırsın dedim. Söz dedi mahcup bir hâlde. Söz dedi, karnımı doyuracağım. Bugün evinde misafir olduğum arkadaş gelmedi, dışarıda kaldım.

Peki dedim, cüzdanımı gözünün önünden uzaklaştırıp beş lira çıkarıp uzattım. Allah'tan geldi dedim parayı imâ ederek. Üç beş kuruş para verip üzerine bi ton laf geveleyenleri sevmediğim için çok söylenmedim, omuzuna dokundum sıkma canını der gibi ve yollarımızı ayırdık.

Sonrasını Allah bilir..! Acaba o adam bu parayla içki mi aldı, yoksa gidip ekmek mi aldı? Bilmiyorum. Düşündüğüm tek şey, açlığın çok kötü bir şey olduğu. Her yemeğe oturuşumda, o adamı hatırlamak istemezdim doğrusu.

Şimdi, beş liraya bir avuç insanlık satın aldım sayıyorum. Çok ucuza geldi, hem de durup düşündükçe ömür boyu yetecek kadar bir mutluluk kaynağı bu. O parayla, çaresiz kalmış bir insanın düşlerini de yıkabilirdim. Buna da insanlığı satmak denilirdi sanırım.

12 Mart 2010 22:54  
Anonymous BIH dedi ki...

:)

Çok sıkıcı bir pazar gününde ..

14 Mart 2010 17:47  
Blogger Bâd-ı Sabâ dedi ki...

@ BIH

Sabır.!

16 Mart 2010 23:01  

Yorum Gönder